Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın iki gün önce yaptığı bir konuşmada “Bay bay Kemal ve yanındakiler emri Kandil’deki teröristlerden alıyor, biz de emri Allah’tan alıyoruz” ifadeleri karşısında derin bir umutsuzluk ve hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmek zorundayım.
Galiba hep birlikte oturup bu noktaya nereden ve nasıl geldiğimizin esaslı bir muhasebesini yapmamız gerekiyor. Aksi taktirde sadece bugün değil, gelecekte de kaybedenler kulübünün üyesi olmaktan asla kurtulamayacağız demektir.
Bunun için de öncelikle, Müslümanların zihin dünyasının oluşumunda büyük katkısı bulunan sahabe ve tabiin dönemlerinin kutsallaştırılmasıyla başlayıp sonrasında devam eden bütün tarihsel süreçlerin sorgulanması gerekiyor. Ne yazık ki Hz. Peygamber sonrasında Müslümanlar arasında yaşanan siyasi mücadeleler, iç savaşlar bugün bile hala salim bir akılla değerlendirilemediği için yaşanan bütün trajik durumlar kader perdesiyle örtülerek fatura Allah’a kesilmiştir.
Başta, meşruiyet sıkıntısı çeken Emevi yönetimi olmak üzere neredeyse İslam toplumlarının yöneticileri, kendilerini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak görmüş ve yüzyıllar boyunca Müslüman dünyayı Allah’la aldatmaya devam etmişlerdir.
Biliyoruz ki Muaviye, Hz. Ali’ye karşı isyanında tutarlı bir gerekçe üretemediğinde ‘kader’ kavramına sığınmış ve Müslümanların başına kendisini Allah’ın tayin ettiğini söylemiştir. Prof. Ahmet Akbulut’un bu konudaki tespiti, Müslümanları Allah’la aldatma meselesine ışık tutucu niteliktedir: “Emevi yöneticilerine karşı gelmek, kadere, dolayısıyla Allah’a karşı gelmek olduğundan, karşı gelenin öldürülmesi helal sayılmıştır. Muaviye’nin oğlu Yezid halka şöyle seslenmiştir: Ey insanlar! Sizin uğraşmanıza gerek yoktur. Allah bir işi beğenmediği zaman onu değiştirir… Allah bizi değiştirmediğine göre, karşı çıkmaya sizin hakkınız olamaz. Size düşen itaat etmek, Allah’ın iradesine rıza göstermektir.” (Kur’an’a Yabancılaşma Süreci, s.24)
Maalesef Hz. Peygamberin vefatından sonra başlayan iktidar mücadeleleri Müslüman dünyayı Kur’ani ilkelerden uzaklaştırmış ve Arap kültürü belirleyici hale gelmiştir.
Ne yazık ki tarihsel süreç içinde Müslüman toplumların başına geçen hemen bütün yöneticiler, kendilerini Allah’ın yeryüzündeki tek temsilcisi olarak görüp emirleri sadece ondan aldıklarına inandıkları için kendilerini sorgulanamaz kılmışlardır. Dolayısıyla sorgulayanlar ve itaat etmeyenler, aynı zamanda Allah’a isyan etmiş olarak görülmüşlerdir. Talihsizlik o ki Müslüman dünyaya musallat olan bu kaderci anlayış yüzünden kendilerini doğrudan Allah tarafından tayin edilmiş ‘kayyum’ olarak gören yöneticiler, kelimenin tam anlamıyla Müslüman despotlara dönüşmüşlerdir.
Oysa akıl ve irade sahibi olan insan geleneğin değil, sadece Kur’an’ın muhatabıdır. Dolayısıyla hiçbir Müslüman, kimsenin kayyumluğunu asla kabul edemez. Ve kimse ümmetin temsilcisiyim diye Müslümanların geleceğini ipotek altına alamaz.
Maalesef yüzyıllar içinde kaderci anlayışla şekillenen İslam siyaset teorisinin oluşturduğu siyasi gelenek, Müslümanları yaşadıkları dünyanın gerçekliğinden kopartarak akıl ve bilim dışı ütopik bir dünyaya mahkum etmiştir. Bugün hemen bütün Müslüman ülkelerde yaşanan hukuksuzlukların, özgürlük fukaralığının ve ekonomik anlamda geri kalmışlığın temelinde geçmişi kutsama üzerine bina edilen ve hurafelerle beslenen bu gerici siyaset anlayışı bulunmaktadır.
İşte tam da bu hastalıklı zihniyet yüzünden bugün Türkiye dahil bütün Müslüman ülkelerdeki siyasal zihin, hiçbir konuda kendisini hesap vermekle yükümlü görmemekte ve sadece aklanmayı öncelemektedir. Çünkü emirleri doğrudan Allah’tan aldığına inanmaktadır. Dolayısıyla, Allah’ın verdiği akıl ve iradeyle kendisini yönetenleri sorgulamaya kalkanlar fitne-fesat ürenlerdir, devletin bekasını tehlikeye atanlardır…
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan “Biz Kandil’den değil, Allah’tan emir alıyoruz” derken tam da bu kaderci anlayışla şekillenen İslam siyaset geleneğinin bir temsilcisi olarak konuşmaktadır.
Ancak biliyoruz ki artık yaşadığımız dünyada kader kavramı kullanılarak ve de siyasi olanı dinsel kavramlar içine gizleyerek siyaset yapmak mümkün değildir.
Bütün Müslüman ülkelerin bilmesi gereken gerçek şu ki evrensel hukuk kurallarına dayalı bir hukuk devleti anlayışının hakim olmadığı, demokratik kuralların işlemediği hiçbir İslam ülkesinin halklarına huzur getirmesi de refah üretmesi de mümkün değildir.