Karmaşık duygular içindeyim, mükemmelden vazgeçmeyi alışkanlık haline getiren, dolayısıyla her şeyden kolaylıkla vazgeçen bir toplumda hayal gücünü kurutan bu coşku yoksulluğu bazen öylesine dayanılmaz bir hal alıyor ki sanki bütün ışığımı kaybediyorum ve hiçbir şeyde teselli bulamıyorum.
Bütün şiir kitaplarını odanın orta yerine yığıp her birinden bir dize okuyorum, cazdan roc’a ve klasik Batı müziğine kadar sırasıyla bütün müzikleri garip bir şekilde ağlayarak dinliyorum.
Sonra gözlerimdeki yağmur diniyor, biraz da narsistik bir duyguyla kendi şiirimden dizeler okumaya başlıyorum.
/Haylaz bir şeytandan kaçarken
çalınmış bakışların büyüsüne düşersin
hayatın pusulası iki kutup arasında
titreşip kırılıverir.
Ölüm kaçar son vedalaşmanın gözlerine
sevmek ve dua etmek için ayrılığa katlanırsın.
Her sabah bir hafızın
gözlerinde uyanıyor demesinler diye
mendiline sakladığı bir geceyle dolaşıyor
çünkü aşk fallardaki en güzel tehlike./
Ama ne yapsam boş, insanlığın üzerinde dolaşan korkunun gölgesi her şeyi karanlıkta bırakıyor. Ve hayatımıza hüzün çöktüğü için insanlar bırakıp gidiyor… Tıpkı köpeklerin depremi sezmesi gibi galiba insanlar da hüznün çökeceğini önceden seziyorlar. Ve deprem sonrasında her şeyin külle örtülmesi gibi hüzün de, üstünde dumanlar tüten eski sevinçlerin tepesinde kanat çırpan kara kuşlar geziniyor, korkunun gölgesi dolaşıyor…
Ama kedere komşu bir mutluluk her zaman vardır, zamanı kucaklar ve alıp götürür bütün kederleri…
Korkunun gölgesi bütün şarkılara sirayet etse de biliriz ki harap duvarlar yıkılmadan, gözlerimizden yaban otları fışkırmadan mutlaka isyan gibi bir şarkı başlar ve güneşin önünde eriyen bulutlar gibi kalbimizin ucunu gümüş rengiyle boyayıverir…
Mesela şef Bernstein yönetimindeki National de France orkestrası Ravel’in “La Valse” ini seslendirirken renkli sis bulutları akar önümüzden, sanki bir dağın tepesinde oturuyormuşuz hissine kapılırız. Şehrin çirkin binaları bir süreliğine siliniverir, sonra gece adeta onların gövdelerini yutar, geceye yalnızca ışıklar ve şarkılar kalır…
Yüreğimizin tükendiği yerde, ışıklı sesler, turkuaz gün doğumları, düş bulutlarıyla akla ve duyguya insan olma erdemini katan; insan hayatının, özlemlerinin yer aldığı müziği belleklere işleyen usta besteci Ravel’i dinlemek acılarımıza iyi gelebilir.
Bu açıdan bakıldığında Ravel’in “La Valse” adlı eseri, İzlenimci müziğin başlıca niteliklerini yansıtmayı amaçladığı bir çalışma olarak dikkat çeker. Sanatçının bu eseriyle, bir yandan klasik geleneğin öğelerini, valsin eğlendirici yanını; bununla birlikte, cazın zengin renklerini, mizahi bir üslupla bütünleştirdiğini görürüz. Bu özellik, Ravel’in pek çok eserinde göze çarpar.
Besteci, anne tarafından gelen İspanyol kökenine son derece bağlıdır. Pek çok eserinde İspanyol müziğinin renklerinden yararlanmıştır. Bu anlamda, Ravel’in en tanınmış bestesi ”Boléro” bir baş yapıt özelliği taşır. Besteci, “Boléro”nun öğelerini İspanyol müziğinden esinlenmiş; bununla birlikte, orkestranın genel tınısını, caz renkleri kullanarak bestelemiştir.
Biliyorum içinde bulunduğumuz şu günlerde savaştan çok barış şarkıları söylemek lazım. Ancak barışın değerini anlayabilmek için kötücüllüğü lanetleyen şiirlere de ihtiyacımız var galiba… Bu yüzden Rimbaud’un şu dizelerini yeniden okusak hiç fena olmayacak:
/Nedir bizim için, yüreğim, kandan
Ve kordan örtüler ve binlerce katliam ve uzun çığlıkları
Öfkenin; ve her düzeni bozan her cehennemin
Hıçkırıkları; ve kalıntılarda esen Kuzey rüzgarı;
Yerinden kim oynatacak kudurmuş ateşten kasırgaları, bizden ve kardeş bildiklerimizden başka?
Sıra bizde, hayalperest dostlar: Hoşumuza gidecek.
Asla çalışmayacağız, ey ateş dalgaları!/(1)
1-Yves Bonnefoy, Rimbaud, s.102, Alfa yayınları