Başlığın kışkırtıcı, ama aynı zamanda absürt olduğunun farkındayım. Ancak son günlerde yaşadıklarımız dikkate alındığında galiba bu meseleyi yeniden tartışmakta yarar var.
Türkiye yıllarca askeri-bürokratik vesayetin hüküm sürdüğü, özellikle 28 Şubat sürecinde millet iradesinin yok sayıldığı, atanmışların seçilmişlere adeta yön tayin ettiği hibrit rejim tartışmalarını yaşadı. Bugün AK Parti’nin yönetim kadrosunda bulunan başta Tayyip Erdoğan olmak üzere pek çok isim, o dönemde bu vesayetçi anlayışı şiddetle eleştirdiler.
O günleri hatırlayalım, her vesileyle siyasete ayar vermeye çalışan asker ve yargı bürokrasisine karşı dindar-muhafazakar siyasi elitler “Eğer siyaset yapmak istiyorsanız apoletlerinizi, cübbelerinizi çıkarın, sahaya çıkıp öyle siyaset yapın” diyerek güçlü mesajlar verdiler. Doğru olan da buydu, çünkü demokratik toplumlarda asker ya da yargı bürokrasisinin siyasi alana müdahalenin sözünü etmek bile mümkün değildir. Zira bu tür görüntüler ancak otokrat yapılarda ve despotik Ortadoğu ülkelerinde mümkündür.
Ve sonra devran döndü, AK Parti iktidarıyla birlikte bu ara dönem ve vesayetçi anlayış sona erdirildi. Fakat ne zamanki AK Parti bu reformcu enerjisini kaybetti, bir başka ifadeyle bilerek demokratik istikametini terk etti işte o günden itibaren “vesayetçilikle” eleştirdiği yapılara dönüşmeye başladı.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada artık kimse AK Parti’nin demokrasiye gerçekten inandığına ve de ‘vesayet’ karşıtı olduğuna inanmıyor. Çünkü bizzat icraatlarıyla çoğulcu demokrasiden çok, otokrat ülkelere benzemeye çalışan bir görüntü sergiliyor.
Daha da vahim olanı antidemokratik ülkeler dışında bir örneği bulunmayan bu ‘yeni vesayetçi’ uygulamalarını, “vatan-millet-bayrak” benzeri hamasi söylemlerle kutsallaştırarak topluma dayatmaya çalışmasıdır.
AK Parti’deki bu siyasal savrulmanın en son örneği geçtiğimiz hafta Sakarya’da yaşandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fırtına Obüsleri Teslimat Töreni'ndeki konuşmasında ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve bütün muhalefet partilerini eleştirirken, generaller bu konuşmaya alkışlarla destek verdiler.
Bu görüntülerin çok gerilerde kaldığını sanıyorduk ama yanılmışız… Malum geçmiş dönemlerde ordumuzun her on yılda bir darbe geleneği vardı. Darbe yapmadıkları zamanlarda da seçilmiş iktidarlara ve siyasetçilere ayar vermeyi ‘milli’ bir görev olarak icra ediyorlardı.
Hatta bu vatanseverlik! Görevini öylesine ileri bir noktaya götürmüşlerdi ki canları ne zaman isterse ‘bağımsız!’ yargıçlarımızı cübbeleriyle toplayıp cuntacılığın faziletlerini anlatan brifingler bile veriyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki AK Parti iktidarı da komutanlar da o “apoletli demokrasi” günlerini çok özlemişler. Geçmişin vesayet hikayeleriyle bugün arasında küçük bir fark var; o günlerde bütün seçilmişler askerin kontrol alanı içindeydi, bugün ise sadece muhalefeti itibarsızlaştırmak makbul…
Galiba Ortadoğulu kaderimizden çok kolay kurtulamayacağız. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde, partisinin grup toplantısında Erdoğan'ın kendisine yönelik sözlerine alkış tutan komutanlara seslenen CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun şu ifadeleri gerçekten düşündürücü: "Askerlerin alkışlaması şahsen hiç umurumda değil ama devlet açısında büyük bir çürümenin göstergesidir bu. Etrafınıza siyaset koridorlarında kariyer devşiren askerler koyarsınız elinizde bol yıldızlı, apoletli Orta Doğu üniformaları kalır. Onun için komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir.”
Kaderin cilvesine bakın ki yıllarca CHP’yi “askeri vesayet”e alkış tutmakla eleştiren AK Parti, şimdi vesayeti alkışlıyor…
Gerçekten çok talihsiz günlerden geçiyoruz. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’na yönelik sert sözlerine alkışlarıyla katılan komutanların bu tavrını adeta vatani bir görev aşkıyla savunan AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’i dinlerken yüzümün kızardığını itiraf etmeliyim. Çelik’e göre Kılıçdaroğlu’nun “siyaset askerin işi değildir” demesi komuta kademesine hakaretmiş… Kılıçdaroğlu boşuna söylemiyor, “Biz değiştik, AK Parti eski CHP oldu” diye…
Anlaşılan o ki AK Parti bu ‘vesayet’ işinde epey mesafe kaydetmiş, ne diyelim hayırlı olsun…
Ne desek boş, AK Parti’nin 1930 ve 1940’lı yılların ‘tek parti’ hayalinden kurtulması pek mümkün gözükmüyor.