Türkiye’de siyasetin bu kadar seviye kaybetmesi ve siyasi aktörlerin kelimenin tam anlamıyla bir vizyonsuzluğa mahkum olması bu ülkeyle ilgili umutlarımızı yerle bir ediyor. Böyle bir tabloda genç kuşaklar nasıl bir Türkiye hayali kuracaklar, açıkçası bundan endişeliyim.
2002 yılında AK Parti iktidarı yola çıkarken hepimiz umutlanmıştık, çünkü AK parti geleneksel Türk siyasetinin küçük hesaplara endeksli siyaset etme anlayışını değiştirmiş ve yeni bir dönem başlatmıştı. Ülkedeki insan hakları ihlallerine, özgürlüklerin üzerindeki baskılara ve her türlü ayrımcılığa karşı demokratik değerleri ve hukukun üstünlüğünü esas alan yeni hedefler koymuştu Türkiye’nin önüne. Üstelik 2013 yılına kadar bu hedefleri büyük ölçüde hayata geçirmişti.
O günlerde Türkiye içe kapanmayı, ‘beka’ tehlikesini değil, daha kaliteli bir demokrasiyi, Avrupa ile mesafeyi kapatacak kalkınma hamlelerini konuşuyordu. Hatırlayalım, Türkiye ‘90’lı yılların sonunda insan hakları ve özgürlükler konusunda Avrupa’dan gelen eleştiriler karşısında ‘milli egemenlik’ ve ‘beka’ gerekçeleriyle adeta savunma duvarları oluşturarak içine kapanmayı tercih ediyordu.
İşte böyle bir dönemde AK parti çıktı ve Türkiye’nin bu gerekçeleri hak etmediğini söyledi, hem de en güçlü bir şekilde: “Avrupa ile bütünleşmemize karşı çıkan çevrelerin, milli egemenlik, milli güvenlik, milli çıkar, milli ve yerel kültür konularındaki ideolojik yaklaşımları, Kopenhag Kriterlerinin hayata geçirilmesini geciktirmektedir partimiz, bürokratik devletçi yönetim anlayışını sürdürmeyi amaçlayan bu kavramların, bireyin hukukunu gözeten, halkın katılımını esas alan demokratik, sivil ve çoğulcu bir anlayışla yeniden ele alınmasından yanadır.”
2002 Seçim Beyannamesinde AK Parti, Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan “pozitif siyaset” konusunda öylesine çarpıcı tespitlerde bulunmuştu ki, adeta o beyanname bir demokrasi manifestosu niteliğindeydi. İşte o ifadeler “Demokrasi, millete hizmet için yapılan bir siyası yarış ve hoşgörü rejimidir. Bu rejimde, kimsenin diğerlerine göre daha üstün hak ve imtiyazı yoktur. Farklı inanç ve kültürleri ülkemiz için bir zenginlik kabul eden partimiz, değişik dil, din, soy ve sosyal statüden insanın kanunların eşit koruyuculuğu altında özgürce yaşamasını ve siyasete katılmasını gerekli görür.”
Oysa bugün geldiğimiz noktaya bakın... 31 Mart seçimlerine sayılı günler kala, anayasaya ve yasalara göre kurulmuş legal siyasi partileri bile neredeyse illegal ilan etme noktasına geldik. Evet siyasi partilerin seçim öncesi birbirlerini kıyasıya eleştirmeleri, hatta zaman zaman siyaset dilinin keskinleşmesi demokratik yarışın bir gereğidir. Ama toplumu ayakta tutan değerlerin hiçbir ahlaki kural tanımadan insafsızca pazara sürülmesi, vicdanları yaralayacak ve kutuplaşmayı derinleştirecek bir kampanyayı demokratik yarış olarak kabul etmek ne yazık ki mümkün değildir.
Maalesef bugüne kadar siyasi tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir siyasi kirliliği yaşıyoruz, artık hiçbir kuralın ve ahlakın önemi yok. Ezanı, bayrağı, dini kullanmak mubah... İnsanları kimliklerine, düşüncelerine göre tasnif etmek ve gerektiğinde bu özelliklerinden dolayı ‘hain’ kategorisine almak mubah... Hepimiz için önemli bir değer olan beka meselesini oya tahvil etmek mubah...
Hemen belirtelim, ülkenin güvenliği açısından beka meselesi elbette hayati bir öneme sahiptir, ancak bu kadar önemli bir kavramın bir seçim enstrümanı olarak kullanılır hale gelmesi gerçek anlamda bir beka meselesine inanıp inanmadığımızı sorgulanır hale getirir.
Unutmayalım seçimi kim kazanırsa kazansın, bugün olduğu gibi 31 Mart sonrasında da bu ülkede yine birlikte yaşamak zorundayız, çünkü başka Türkiye yok. Ama hepimiz aynı şekilde düşünmek zorunda da değiliz, yani toplumun tümüne format atıp tektipleştiremeyiz. Birbirimizin düşüncelerine katılmak zorunda değiliz ama tahammül etmek zorundayız. Mesela kadınların yıllardır 8 Mart kadınlar günü vesilesiyle gerçekleştirdiği geleneksel yürüyüşü herkesin aynı şekilde kabul etmesi gerekmiyor, ama saygı göstermek demokratik bir erdemdir. Bilindiği gibi polis bu yıl yürüyüşe izin vermedi ve gaz kullanarak eylemi engelledi, kadınlar da bu baskıyı ıslıklarla protesto ettiler. Arbedenin ve ıslıklı protestoların yaşandığı sürenin bir bölümünün ezan saatine denk gelmesi “ezanı protesto ettiler” şeklinde yorumlanınca kıyamet koptu... Yürüyüşü düzenleyen komite, asla ezanı protesto etmediklerini ve karmaşa anında zaten kimsenin ezanı farketmediğini açıkladı. Bu açıklamaya itibar etmek durumundayız, ayrıca insanların gaza maruz kaldığı bir ortamda ezanı duymaması mümkündür. İşte tam da bu noktada bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor, bireysel de olsa geçmişte zaman zaman bu tür saygısızlıkların yaşandığını biliyoruz, dolayısıyla toplumun bu konudaki hassasiyetini de anlamak gerekiyor. Ayrıca inançlara karşı saygısız davranışlar asla kabul edilemez. Ama bu hassasiyetler üzerinden siyaset üretmek de doğru değildir.
Geçmişteki tecrübeler ve şu anda yaşadıklarımıza bakarak söylemek gerekirse; siyasetçilerimizin toplumsal fay hatlarını tetikleyecek bir siyaset dilini kullanmamaya özen göstermelerinde hepimiz için sayısız faydalar bulunmaktadır.