Türkiye’nin Osmanlı ile başlayan Batılılaşma hikayesi, bir başka deyişle Batı ile olan ilişkisi zaman zaman farklı değerlendirmelere tabi tutulmuş, hatta sert tartışmalara vesile olmuştur. Batılılaşmaya karşı çıkanların da, taraftar olanların da meseleyi aslında bütünsel bir çerçevede ele aldıklarını söylemek ne yazık ki mümkün değildir.
Maalesef Osmanlı Batı Dünyası’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçlerinden geçerek Sanayi devrimi limanına demir attığında, ancak nasıl bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu fark edebildi. İlk başta askeri ve ekonomik iktibaslarla, iki dünya arasında giderek açılan makasın kapatılabileceğini düşündü. Ama askeri yenilgiler sonrasında fark etti ki, meselenin çok daha derin boyutları var. Yeni gelişmeleri ve teknolojinin arkasındaki iktisadi, siyasi, kültürel birikimi, evrensel ölçekteki hukuki gelişmeleri bir bütün olarak değerlendirmeden aradaki mesafeyi kapatmak mümkün değildir.
Ayrıca unutmamak gerekiyor ki sanayi devrimi ile yükselen burjuva Sınıfı, iktidarını tanrısal kutsallık zırhıyla muhafaza etmeye çalışan aristokrasinin karşısına dikilmiş ve sahip olduğu iktisâdi güce paralel olarak siyasi haklar talep etmeye başlamıştı. Ve Batı’da artık kapitalist burjuvazinin şekillendirdiği yeni bir dünya başlıyordu.
Daha da önemlisi “iktidar kuşu”nun gökten indirildiği Batı toplumlarının bu yeni sosyolojik kompozisyonu, rekabetin barışçı bir dengede sürdürülebilmesi için demokrasi, hukuk devleti, güçler ayrılığı, insan hakları gibi kavramları yönetim anlamında daha görünür kılmıştı.
Oysa 15. Yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı büyük fetihler sonucunda hem Doğu, hem Batı güzergahlarında, hem de Güneyden Kuzeye uzanan bütün ticaret yollarına hakim olmuş, buradan doğan zenginlik olağanüstü boyutlara ulaşmıştı. Ancak Osmanlı, 16. Yüzyıldan itibaren Batı’da yaşanmakta olan bilimsel, ekonomik ve siyasal değişimlerden habersizdi, ya da en azından ilgisiz kaldı. Dolayısıyla 16. Yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı’da kronikleşmeye başlayan durgunluğun giderek nasıl çöküşe doğru evrildiğini anlamak için Batı dünyasındaki yeni değişim dinamiklerine bakmak gerekiyor. Zira Avrupa’da merkantalizmin yükselmesiyle birlikte siyaset, din ve ekonomi alanları birbirinden ayrışmaya başlayıp güçlü bir sekülerleşme dalgası yükselirken, “Osmanlı imparatorluğunda, modernizm öncesi sosyal ilişkiler açısından karakteristik olan yaşamsal bütündeki hükümdarlıkla faydanın birlikteliği değişmeden kalmıştı. Üstelik siyaset ve ekonominin bu iç içeliğine bir de kutsallık ekliydi. Kutsallığın iş hayatındaki etkisi, caiz olan ve yapılmaması gerekenlerin dini düzenlemelere göre belirlenmesinden kaynaklanmaktaydı.” (Dan Diner, Mühürlenmiş Zaman, s.112)
Kuşkusuz ortaya çıkan bu yeni durum karşısında Batı ile aramızdaki mesafeyi kapatmak için bizde de yeni arayışlar başlamış ama bu yönelimin nasıl bir kavramsal temele oturtulacağı bir türlü belirlenememiştir. Genel yaklaşım, Batı’da devrimleri yaratan bilimsel ve felsefi temel dikkate alınmadan bir an önce tekniğin getirilmesi telaşına düşülmüştür.
Oysa bilimsel ve teknolojik devrimlerin yaratılmasına vesile olan da, felsefi ve düşünsel zenginliği sağlayan da esas itibariyle rasyonel akıldır. Dolayısıyla, bu bütünsel yapıyı dikkate almadan gerçekleştirilecek bir Batılılaşma macerasının, sıradan bir ithalatçı mantığından öte bir anlamı olmayacaktır.
Maalesef gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet dönemindeki Batılılaşma maceramız ara malı ithalatı yapan tüccardan farksızdır. Keşke Tanzimatçılar Batı’yı bilimi, teknolojisi, felsefesi ve kültürüyle bir bütün olarak değerlendirip sahici bir Batılılaşma mantalitesini keşfedebilselerdi.
Yine de haksızlık etmemek lazım, Meşrutiyet döneminin önemli hukukçusu olan Babanzade İsmail Hakkı Bey’den başlayarak Namık Kemal gibi düşünürlerimiz hukuk, adalet ve kuvvetler ayrılığı gibi yüksek değerleri savunarak, Batılılaşma meselesine daha kapsamlı bakmaya çalışmışlardır.
Kısacası, Tanzimat’tan itibaren Batı’daki bilimsel, felsefi ve teknolojik gelişmelerle tanışarak yetişen özellikle İslamcı aydınlar yeni çağın getirdiği sorunlara daha yakından vakıf olmaya başlamışlardır. Özellikle Namık Kemal İslami gelenekle Batı siyasi düşüncesini bağdaştırmaya çalışmıştır.
Ancak her iki dünyayı inşa eden medeniyet değerlerinin çok farklı olması, Osmanlı’yı yaşatmak isteyen düşünürlerin, yöneticilerin değişim ve dönüşüm hayallerinin gerçekleşmesini mümkün kılmamıştır. Zira bir tarafta hayatın hemen her alanını kuşatan din ve gelenek merkezli bir sosyo-politik yapı, diğer yanda ise rasyonel aklı ve tecrübi bilgiyi esas alan bir yapı bulunmaktadır.
Bugün geldiğimiz noktada bile Türkiye, hala kendi medeniyet sınırları dışında gelişen demokratik değerleri içselleştiremediği için gelişmiş dünya ile arasındaki mesafeyi kapatabilmiş değildir.