Özellikle son beş yılda hukuk devleti anlayışımız öylesine kan kaybetmeye başladı ki bu gidişatın nerede son bulacağını ya da gerçekten durup durmayacağını hayal etmek bile neredeyse imkansız hale gelmiş bulunuyor.
Hemen belirtelim, Türkiye’nin 25-30 yıllık tarihinde darbe dönemleri dahil hukuk alanında pek çok problem yaşanmış ve hukuki görünürlüğümüz zedelenmiştir. Ancak son dönemde yargının üzerindeki siyaset gölgesinin ağırlaşması dolayısıyla geçmiş dönemleri bile aratan ağır hukuk ihlalleri yaşandığı da bir gerçek.
Bunun en bariz örneği Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş davalarıdır. Bilindiği gibi AİHM, 10 Aralık 2019’da Kavala’nın tutukluluğa itirazını öncelikli olarak görüşmüş ve Türkiye’nin birden fazla hak ihlali yaptığını tespit etmişti. Mahkeme, Kavala’nın özgürlüğünün haksız yere kısıtlandığını, esas amacın onu ve sivil toplumu susturmak olduğunu belirtmişti.
Bazı çevrelerin, Kavala davasının bu kadar gündem olmasından rahatsız olduklarını biliyorum. Ama unutmayalım bu dava, Türkiye’de hukukun nasıl işlediğinin en bariz göstergesi haline gelmiştir. Eğer hukuk bu minval üzere işlemeye devam ederse, bilelim ki bu ülkede kimsenin hukuki güvencesi olmayacaktır.
Oysa bir ülkede tek tek bütün vatandaşların yegane güvencesi hukuktur ve böyle olmak zorundadır, aksi taktirde o ülkede hukuk devletinden söz edilemez. Hepimizin bildiği bir gerçek var ki Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde imzası olan bir ülkedir. Daha da önemlisi, Türkiye 2004 yılında bizzat AK Parti iktidarı döneminde Anayasa’nın 90. Maddesinde değişiklik yapılarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni (AİHM) iç hukukunun bir parçası olarak kabul etmiştir.
Hal böyleyken Kavala beraat ettiği Gezi davasında, hakimler değiştirilerek yeniden yargılanmış ve ağırlaştırılmış müebbete mahkum edilmiştir. Evrensel hukuk normlarına sahip hiçbir anlayışın, böyle bir sonucu hukuki olarak kabul etmesi mümkün değildir. Ayrıca böyle bir fotoğrafla yargımızın bağımsız olduğunu kimseye anlatamayız.
Nitekim AİHM son kararında “Kavala dosyasının iyi niyetle yürütülmediği”ni hatta bir “kötü niyet” bulunduğunu bütün dünyaya ilan etmiş bulunuyor. Bu durumu kabul etmekte zorlanan iktidar çevreleri AİHM’ye ateş püskürüyor ama ne yazık ki bu itirazlar, Türkiye’nin içinde bulunduğu gerçekliği değiştirmiyor.
İşte tam da bu yüzden mesele artık bir Kavala meselesinden çok Türkiye’nin ‘hukuk devleti’ görünümü ve doğal olarak ekonomisini yakından ilgilendiren bir durum arzediyor. Çünkü hukuk devleti anlayışını kaybetmiş bir Türkiye’nin dış dünyadan kredi temin etmesi de, yatırımcı çekebilmesi de asla mümkün değildir.
Maalesef şu anda hukuk devleti nosyonunu kaybeden Türkiye’nin 5 yıllık kredi iflas riskini gösteren CDS (credit default swap) oranlarındaki durdurulamayan yükseliş sürüyor. Bayram öncesi 834'lerde seyreden CDS oranları, yüksek enflasyon, euro’nun değer kaybetmesi, dış borcun yükselmesi ve Fitch’in kredi notunu düşürmesi gibi kötüye giden ekonomik göstergelere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala için Türkiye’ye verdiği ihlal kararı da eklenince 900 puana çıktı
Türk ekonomisinin üst üste yapılan hatalar yüzünden ‘mükemmel fırtına’ya yakalandığına dikkat çeken Finansalar piyasalar uzmanı İris Cibre’nin şu ifadeleri hepimiz için bir uyarı niteliği taşıyor: “AİHM kararı Türkiye için çok kritik. Daha önce Azerbaycan için ihlal kararı verilmiş ancak ülkenin geri adım atmasıyla yaptırım uygulanmamıştı. Türkiye için verilecek karar, yabancı yatırımları da etkileyecektir. Yabancı yatırımcılar için hukukun üstünlüğü önemli çünkü.”
Muhtemelen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önümüzdeki günlerde ‘ihlal süreci’ konusunda daha somut adımlar atacaktır.
Şimdi iktidarın önünde iki seçenek var; ya yargının bağımsız bir şekilde karar almasının önünü açarak Türkiye’yi bu badireden kurtaracak, ya da “Biz Avrupa Konseyi’nden de, AİHM’den de çıkıyoruz, biz bize yeteriz” diyerek ‘kapalı Türkiye’ hayaliyle başka bir dünyaya doğru yelken açacak…