Son dönemde Türkiye’nin siyasi hafızası çok tuhaf bir iklime doğru ilerliyor. Özellikle siyaset yapıcıların öncülüğünde başlayan ‘yerli ve milli duruş’ söylemi, giderek bütün kesimler tarafından içselleştirilerek ülkenin genel siyasi ekseni haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz her ülkenin kendi milli çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirmesi ve de özellikle dış politika bağlamında hedeflerini buna göre belirmesi en doğru yöntemdir.
Ancak ‘yerli ve milli’ olma hedefinin fiili anlamda nasıl işlediğine bakmak gerekiyor. Mesela bölgesel ve küresel müttefiklerimizle ticari ve siyasi ilişkilerimiz hangi düzlemde seyrediyor? Eğer ‘yerli’ olmayı milli çıkarlarımızı en üst düzeyde tutmak olarak anlıyorsak, halen müttefiklerimizle yaşadığımız siyasal krizleri nasıl okumamız gerekiyor? Artık sokaktaki insan bile biliyor ki, son dönemde en büyük ticari partnerimiz olan Avrupa ile derin bir siyasi kriz yaşıyoruz. Öyle ki, bırakın AB’ye tam üyelik hedefini günlük ticari ilişkiler bile tehlike sinyalleri vermeye başlamış durumda.
***
Hal böyleyken, “Dostlarımızın sayısını artırmalı, düşmanlarımızı azaltmalıyız, özellikle de Avrupa ile ilişkilerimizi gerilim hattında tutmanın milli çıkarlarımız açısından pozitif bir karşılığı yoktur” benzeri bir değerlendirmede bulunsanız anında müstemlekecilikle suçlanabilirsiniz. Oysa yaşadığımız dünyanın siyasi ve ekonomik gerçekleri, Türkiye’nin milli çıkarlarının Avrupa ile ilişkilerini zenginleştirmekten geçtiğine işaret etmektedir. Nitekim Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci önceki gün İzmir’de yaptığı bir konuşmada bu gerçeğin altını dikkatle çiziyor: “Terör örgütleri istiyorlar ki Türkiye Avrupa ülkeleri birbirine girsin. Türkiye’nin AB ile bugün 160 milyar dolarlık ticareti var. Türkiye ihracatının yüzde 49’unu Avrupa’ya yapıyor. Türkiye Avrupa için, Avrupa da Türkiye için önemli. Onlar aramız bozulsun istiyor, buna müsaade etmeyeceğiz.”
Ama gelin görün ki şu anda içine girdiğimiz süreç, bizzat AK Parti iktidarının koyduğu dünyaya ve Avrupa’ya açılım stratejileriyle maalesef çok da uyumlu ilerlemiyor. Oysa AK Parti daha 2003 yılında dünyanın gidişatını doğru okumuş ve Türkiye’nin büyüme vizyonunu çok net olarak ortaya koymuştu. 2003 yılında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan Meclis kürsüsünden aynen şu ifadeleri kullanıyordu: “Kendi çıkarlarımızı, büyük Avrupa ailesinin bir üyesi olarak çok daha etkin ve güçlü halde savunabiliriz. Bir model ülke olarak, Avrupa değerlerinin daha da yayılmasına, güçlenmesine destek olabiliriz. Türkiye’yi Avrupalı yapan, Avrupa’nın temsil ettiği değerleri, katılımcı demokrasiyi, çoğulculuğu, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, laikliği, düşünce ve vicdan özgürlüğünü benimsemesidir.” Görüldüğü gibi demokratik değerleri savunmak, Avrupa ile ilişkileri derinleştirmek müstemlekecilik değil, tam aksine Türkiye’nin milli çıkarlarını savunmaktır.
Evet, temelde AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı çok da dürüst davrandıklarını söyleyemeyiz. Ama her şeye rağmen Türkiye’nin ekonomik parametreleri ve diplomatik olarak durduğu zemin Avrupa ile ilişkileri zenginleştirmeyi gerekli kılmaktadır. Ama şu anda yaşadığımız manzara, ne yazık ki bu hedeflerin çok uzağında kaldığımızı göstermektedir.
***
Sadece Avrupa ile değil, yakın zamana kadar Trump ve Putin’e ilişkin iyimser beklentilerimiz de pozitif bir düzlemde ilerlemiyor. Kabul etmek gerekiyor ki Suriye başlığında bile ABD ve Rusya’nın son aylarda sergiledikleri bölgesel hamleler Türkiye’nin diplomatik sıkışmışlığına işaret etmektedir. Türkiye açısından bu konudaki en ciddi kriz, Rusya ve ABD’nin kırmızı çizgimiz olan ‘PKK-PYD’yi paylaşmak için adeta yarış halinde olmalarıdır.
Türkiye’nin bu stratejik sıkışmışlığı aşmak için kapılarını dünyaya kapatmak yerine, elindeki bütün diplomatik opsiyonları kullanarak özellikle Avrupa hattını sağlam tutması, milli çıkarlarımız açısından daha akılcı bir yol gibi gözüküyor.