Gazetecilik maceramın başladığı karlı bir kış gününe dair içimdeki hatıraların sisinde ilerlemeye uğraşıyorum. Galiba 17 Aralık 1977 yılıydı... Henüz üniversite ikinci sınıftaydım ve çalışmam gerekiyordu. Cağaloğlu’nda Yeni Devir gazetesinin kapısını çaldığımda ceplerimde henüz tamamlanmamış şiirler ve bir de Pink Floyd’un The dark side of the moon kaseti vardı. Her şey Sezai Karakoç’un Kar şiirindeki kar kadar beyaz bir gelecek rüyası gibiydi...
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
O gün saçlarımdan dökülen beyaz meleklerin şiirini anladığımda keşfedecektim hayatın ve ölümün hikmetini. İşte o gün, tıpkı yağmur sonrası kabarıp taşan küçük dereler gibi, şiirin, müziğin ve duanın coşkusuyla kabarıp aktı gönlüm... Ve o gün kalbimi toplayıp gazeteciliğe başladım. Gazetenin yazı işleri müdürü Mehmet Durlu okul bitene kadar geçici bir iş mi, yoksa gerçekten bir gazeteci mi olmak istediğimi sorduğunda bütün rüyalarımı toptan yaşadım. Evet büyük bir coşkuyla gazeteci olmayı istiyordum, çünkü bu benim için sadece bir iş değil, aynı zamanda rotası uzak limanlara ayarlı gemide sessiz bir yolculuktu.
Bilenler bilir, Yeni Devir İslamcı camianın entelektüel anlamda ilk gazetesiydi. Pek çok eli kalem tutan, okuyan, yazan insan ya Yeni Devir’de yazmış ya da bir şekilde bu gazeteyle yolları kesişmiştir.
Gazetelerin henüz kurşun dizgi sistemiyle çıktığı yıllarda başlayan yolculuğum, farklı mecralarda, farklı düşünce iklimlerinde devam etti ama kimlik anlamında asla taviz vermeden...
Ve bu uzun yolculuğun en önemli kilometre taşlarından birisi hiç kuşkusuz Yeni Şafak... Malum 1990’lı yıllar Türkiye’si karanlık örtülerin altında faili meçhullerin, düşünce ve kimlik cinayetlerinin işlendiği ve de vesayet despotizminin zirve yaptığı yıllardır.
İşte Yeni Şafak gazetesi renklerin sadece siyah ve beyaz olarak tarif edildiği bir alacakaranlık döneminde, yani 1995 yılında doğdu. O gün Yeni Şafak’ı hayata geçiren Mehmet Ocaktan, Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, İbrahim Kiras ve Hakan Albayrak bugün, Türkiye’nin çok değerli kalemleri ve gazetecileriyle birlikte yeni bir yolculuğa çıkıyor.
Bu kadro hiçbir zaman yanlış bir notaya basmadı. Her zaman gazetecilik ilkeleri içinde kalarak dürüst, adaletli ve vicdanlı olmayı temel ilke olarak benimsedi. Dindar ve muhafazakar dünyanın siyaset havzasında yaşanan eksen kaymalarına asla pirim vermedi.
Bu kadro, 28 Şubat’ta Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan’ın siyasi mücadelesi ile ilgili yazılar yazmanın zor olduğu günlerde nasıl bir duruş sergilediyse, 17-25 Aralık’ta Tayyip Erdoğan’ı ve demokrasiyi hedef alan paralel kalkışmaya karşı da aynı kararlı mücadeleyi sürdürdü. Kimsenin kuşkusu olmasın ki bu kadro, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da dindar ve muhafazakar dünyanın değerlerini seslendirmeye ama aynı zamanda bu ülkedeki herkesin hukukunu, özgürlüğünü savunmaya ve vicdanlı bir duruş sergilemeye devam edecektir.
Evet, daha zor ve meşakkatli günler bekliyor bizi. Çünkü ilkelerin, değerlerin pek bir anlam ifade etmediği hatta dindarlığın bile alınıp satılan bir meta haline dönüştüğü gerçekten vicdanları yaralayıcı kirli bir mevsimde yaşıyoruz.
Ancak ortalığı kaplayan bütün bu kirliliğe rağmen gam ve kedere gerek yok. Patti Smith, M Treni kitabında Doctor Who filminden şöyle bir cümle aktarıyor: “Bir insan, bir melek uğruna pek çok iblise göz yumabilir.” Aslolan adaletli ve vicdanlı bir iklime doğru yürüyüştür, gerisi bizim takdirimiz dışındadır.
Her şey zamanın içinde akıp gider... Fotoğraflar geçmişlerini, kitaplar sözcüklerini, duvarlar seslerini akıtır ve her şey Allah’ın takdiri içinde tecelli eder.