Tarihsel tecrübeler göstermiştir ki kadercilik anlayışı, büyük oranda İslam toplumlarının hayata bakışını belirlemiş ve ne yazık ki çoğu zaman da Müslümanları reel dünyanın dışına itmiştir.
Kader düşüncesinin kökleri Emeviler’e kadar dayanmaktadır. İktidarı zorla gaspeden Emeviler “Şura” prensibini devre dışı bırakarak, kendilerini doğrudan “Allah’ın halifeleri” olarak adlandırmışlardır. Nitekim Muaviye Şam’dan gelen bir Irak heyetine şunları söylemiştir: “Yeryüzü Allah’ındır, ben ise Allah’ın halifesiyim. İnsanlardan aldığım şeyler benim zaten hakkımdır. Almayıp onlara bıraktığım şeyler ise benden onlara bağış sayılır... Bu (saltanat), bize Allah vergisi gelmiş olan bir güçtür.” (Ahmed el-Katip, Demokratik Hilafete Doğru, s.280)
Bu öyle bir kavramdır ki zalim sultanların dayandığı en güçlü argüman, mazlumlar için ise en güvenilir sığınak olmuştur. Maalesef saltanat yönetimlerinin ‘kader’ kavramı üzerinden tahkiminde hadis alimlerinin büyük katkısı vardır.
Gerçi Hz. Ali’nin kader konusundaki görüşleri daha sıhhatlidir. “O, Allah’ın emir ve nehiylerinin konusu olan fiillerde, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir hususun olamayacağını, aksi halde, Allah’ın kitap göndermesinin, peygamber göndermesinin, emretmesinin bir anlamı kalmayacağını bildirmiştir.” (Ahmet Akbulut, Kur’an’a Yabancılaşma Süreci, s.23)
Talihsizlik odur ki, sahabe arasındaki iktidar çekişmeleriyle ortaya çıkan tatsız olayların bile “Allah’ın ezeldeki yazgısı”nın sonucu olarak değerlendirilmesi yüzünden İslam toplumlarının geleceği adeta ipotek altına alınmıştır.
Kuşkusuz İslam’ın ilk dönemlerinden bu yana, bütün İslam toplumlarının ‘kaderci’ bir yaklaşım içinde olduğunu söylemek mümkün değildir, ancak güçlü bir damar olarak gelen kader kavramı Müslümanların zihin dünyalarını şekillendirmeye devam etmiştir.
Bugün bile gerek İslam dünyasının geri kalmışlığı, gerekse yaşanan büyük felaketler karşısında Müslümanların “Kadere imanımız tamdır, kaderimiz bu, ezelde yazılmış bir kere elimizden bir şey gelmez” şeklindeki bakış açısının temelinde aynı kaderci zihniyet yapısının izleri bulunmaktadır.
Aslında Müslüman dünyanın bugün içinde bulunduğu perişanlığın da, bilimde, kültürde, sanatta gelişmiş dünyanın gerisinde kalmasında kaderci anlayışın önemli bir payının olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü her şeyi ‘kader’e atfederek sorumluluktan kaçmak, aynı zamanda aklı ve özgür düşünceyi devre dışı bırakmak anlamına gelmektedir.
Oysa Kur’an’ın doğrudan muhatabı insan aklıdır. Allah Kur’an’da pek çok ayette insanlardan özgür iradeleriyle ve de akıllarını kullanarak düşünmelerini öğütlemektedir.
“Ey peygamber! Bu Kur’an, insanlar ayetlerini düşünsün, aklı selim sahipleri öğüt alsın diye sana indirdiğimiz feyizli, bereketli bir kitaptır.” (Sad/29)
“Andolsun ki biz düşünüp ibret alsınlar diye bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik...” (Zümer/ 27-28)
Kur’an’ın akla ve özgür düşünceye bu kadar önem vermesine rağmen, Müslümanların aklı itibarsızlaştırıp teslimiyetçi bir zihniyet yapısı içinde olmalarını anlamak mümkün değildir.
İşte bu anlayış yüzünden, Müslüman dünyada düşünce öcü haline gelmiştir.
Bu yüzden, Müslüman toplumlar denetlenebilir ve hesap verilebilir bir yönetim sistemi inşa edememişlerdir.
Bu yüzden, tıpkı geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi Müslümanlar “fitne-fesat” sopasıyla korkutulup, “ul’ul emre itaat esastır” prensibinin hikmetini bile anlayıp sorgulamadan itaate mecbur kılınmışlardır.
Bu yüzden, deprem gibi büyük bir felakete maruz kalan Müslüman toplumlar “Kaza da, kader de imanımızın gereğidir” cümlesiyle teselli bularak, yöneticilerine neden depreme dayanıklı binalar yapmadıklarını sormayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü geleneksel İslam kültürü kadere inanmayı, itaat etmeyi makbul saymış, eleştiriyi, sorgulamayı fitne-fesat olarak görmüştür.