İnsanoğlu fıtratı gereği ‘iyilik’ üzere yaratılmıştır. Dolayısıyla yaşadığı hayat süresi içinde oluşan iyilik ve kötülükler, bireyin özgür iradesiyle yaptığı tercihlere göre şekillenir.
Bu çerçevede dinin iyiyi ve doğruyu belirlediği bir gerçektir ama bu İslam’ın birey ve toplum hayatı için hiç değişmeyen günlük bir yaşayış takvimi ya da bir proje sunduğu anlamına gelmez. Din esas itibariyle ana istikameti belirler, gözetilmesi gereken değerleri ve ahlaki ilkeleri sunar. Bireysel ve toplumsal hayatımızda insani değerlerin egemen olması için bize bir bilinç kazandırarak ahlakiliğin hayatımızı güzelleştirmesi yönünde temel hedefleri gösterir.
Maalesef günümüzde dinle hayatı birbirinden koparan geleneksel İslami anlatım, ekonomiden siyasete, uluslararası ilişkilerden sağlık ve eğitime kadar hayatımızın her alanının din tarafından belirlendiği gibi bir yaklaşımı da beraberinde getirmektedir ki bu dini de yoran bir yaklaşımdır.
Oysa din bize evrensel bir mesaj sunar, iyi ve erdemli insan olmayı öğütler. Eğer Kur’ani bilgileri gerçeklikten ve rasyonaliteden kopartarak ve de her sorunu dini alana taşıyarak insanlara sunarsak, giderek dini hayatın gerçekliği dışına itmiş oluruz.
Fıtratımız gereği her zaman iyiyi isteyen bir özelliğe sahip olmamıza rağmen, neden sonuçta ‘kötü’yü tercih ettiğimizi anlayabilmek için galiba ‘geleneksel İslam’ anlayışı temelinde oluşan kültürel kodlarımızı doğru okumak gerekiyor. Mesela bugün itibariyle hemen bütün Müslüman toplumlarda ‘dinin gerçekliği’ ile ‘hayatın gerçekliği’ni ayrı kompartımanlarda değerlendiren bir anlayış hakimdir.
Mesela Kur’an adaletsizliği, hukuksuzluğu, yolsuzluğu, rüşveti, yalanı kesin bir dille yasaklar ve bütün Müslüman yöneticiler ve bireyler de buna inanır ve ‘iyi’ olanı ister ama sonunda adaletsizliği, zulmü ve yalanı tercih eder.
Nitekim “Kur’an’ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. (el-Araf7/159, 181) Hak, objektif bir kavram ve sabit kanun ilkesidir. Hakkında hüküm verirken, kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhinde hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için ‘İşte bunlar zalimlerdir’ (en-Nur24/48, 51) denilmiştir.” (Ali Bardakoğlu, İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz, s.197)
Biliyoruz ki Allah bütün yaratılmışlara karşı merhametli olmayı, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve faziletli olmayı emreder. Ama ne yazık ki bütün Müslümanlar bu ilkeleri bildikleri halde, kendileri dışında herkesi dalalette gören, onları itibarsızlaştırmaktan çekinmeyen, daha da vahim olanı Allah adına bu dünyada hesap soran bir anlayışa sahiptirler. Yani iyiyi, doğruyu bildikleri halde kötü yolu tercih ederler…
Daha aktüel bir pencereden günümüzde yaşadığımız olhayplar, iyiyi bildiğimiz halde neden ‘kötü’yü tercih ettiğimizi somut olarak örneklendirmektedir. Son olarak Erzincan’da yaşanan maden faciası, neden hep kötüyü tercih ettiğimizin adeta bir testi niteliğindedir.
Facianın ortaya çıkardığı gerçek şu ki ‘birileri para kazansın diye’ aklın, bilimin doğruları ile birlikte liyakat önemsenmediği ve uyarılar dikkate alınmadığı için göz göre göre insanlar ölüme terk edilmiştir. Eminim ki birazcık olsun hakkaniyet duygusuna sahip olan hemen herkes böyle bir kötü sonucu istemeyecektir.
Ama sonuca baktığımızda sorumluluk makamında olanlar, doğru olanı ve yapılması gerekeni bildikleri halde gerek siyasal, gerekse rant hesapları yüzünden sorumluluklarını yerine getirmeyerek ‘kötü’ olanı tercih etmişlerdir.
Neden hep kötüyü tercih ettiğimizi anlamaya çalışırken, ünlü filozof Spinoza’nın bu konudaki yaklaşımına bakma ihtiyacı hissettim. ”Ovidius’un meşhur formülüne başvuran Spinoza ‘en iyi olanı gördüğümüzü ama en kötüsünü yaptığımızı’ hatırlatır” diyen “Spinoza Mucizesi” kitabının yazarı Frdedic Lenoir şöyle bir anektot anlatıyor: “Bir kadın arkadaşım günün birinde bana şöyle bir itirafta bulunmuştu: ‘Aşk hayatımda beni mutlu edecek bir erkekle karşılaşmak istiyorum ama sürekli, bana uygun olmayan ve mutsuz eden insanlarla karşılaşıyorum.’ Ona kötü davranan babasının yaşattığı aşağılanma hissini aşk hayatında tekrar yaşamayı bilinçdışı biçimde istemekte olduğunu, bir terapistle konuştuktan sonra anladı. Duygusal dünyası çocukluğunda zehirlenmişti ve aşina olduğu şeyin, zehrin tadının peşindeydi. En iyiyi istiyor ama sürekli en kötüsüyle karşılaşıyordu, çünkü psikanalizde ‘nevrotik senaryo’ denilen bir bilinçdışı yeniden üretim mekanizmasının boyunduruğundaydı.” (s.95)
Acaba duygusal dünyamız fazla zehirlendiği için biz de hep zehrin peşinde miyiz?