Hayatımızın her anında olduğu gibi derin bir ahlaki çürüme yaşadığımız bugünkü toplumsal ve siyasal şartlarda yapıp ettiklerimizin test edileceği tek merci vicdanlarımızdır. Bütün siyasal ve ideolojik yönlendirmelere rağmen, eğer gözümüzün önünde olup bitenlerin vicdanlarımızda muhasebesini yapamazsak kendi içimizde bir gönül rahatlığı sağlayamayacağımız gibi, toplumda da bir barış iklimini oluşturmamız ne yazık ki mümkün olmayacaktır.
İslami kaynaklarda Vabisa adlı sahabe ile Hz. Peygamber arasında geçen şöyle bir diyalog anlatılır. Vasiba: “Peygamberin yanına yaklaşıp önünde oturdum. Bana “Senin niçin geldiğini ben mi söyleyeyim; yoksa sen mi soracaksın?” deyince, "Siz söyleyin.” dedim. “Sen iyilik ve kötülük hakkında soru sormak için geldin.” buyurdu. “Evet!..” dedim. Bunun üzerine üç parmağını göğsüme dokundurarak “Ey Vabisa! Kalbine danış, nefsine danış, iyilik gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir; kötülük ise sana fetva verseler bile, gönlünü (kalbini, vicdnını) huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.” dedi.
Kuşkusuz iyilik ve kötülük sadece insanların bireysel dünyalarıyla sınırlı kavramlar değildir. Siyasetin, ekonominin, hukukun ve toplumsal hayatın her aşamasında ‘iyi’ ile ‘kötü’nün tezahürünü görmek mümkün.
Diyelim ki ülkeyi yönetme makamında olanlardan birisisiniz, devletle ilgili bir ihale yapıyorsunuz. Bu ihalede şeffaflık ve rekabet kuralına riayet etmeden önceden belirlenmiş olan firmaya adrese teslim bir işlem gerçekleştiriyorsunuz. Eğer böyle bir durumda bile ihalenin hakkaniyete uygun olduğuna inanıyorsanız, yani vicdan teraziniz bozulmuşsa ‘iyilik sınırı’nı çoktan aşmışsınız demektir.
Kuşkusuz ‘iyi’ ile ‘kötü’nün birbirine karıştığı bu tür hallerde “vatan-millet-bayrak” gibi hamasi sloganlarla pek çok bahaneler üretebilirsiniz, ama vicdan terazinizin bozulmasını asla engelleyemezsiniz.
Diyelim ki devlette üst düzey bir bürokratsınız ve hak ettiğinizin üstünde 4-5 yerden maaş alıyorsunuz. Ekonomik krizin altında ezilen ve akşam evine ekmek götürmekte zorlanan, evinin, iş yerinin kirasını ödeyemediği için intihar eden insanların olduğu bir ortamda eğer 4-5 maaş almaktan vicdanınız rahatsız olmuyorsa, dünyanın en derin hocalarından fetva da alsanız, “Ben bu vatanın, ezanın, bayrağın bekçisiyim” diyerek besmeleyle ‘haram lokma’ yemeye devam ettiğiniz sürece o vicdan terazinizi asla düzeltemezsiniz…
Diyelim ki bir insanı hiçbir kanıt ve belgeye dayanmadan yıllarca cezasını bile yargısal anlamda kesinleştirmeden cezaevinde tutarak özgürlüğünden mahrum bırakıyorsunuz. Bu durumda yönetim makamında olanların tıpkı Hz. Peygamberin tarif ettiği gibi vicdanlarına dönüp, bu halin adalete, hakkaniyete uygun olup olmadığını sorması gerekmez mi?
Peki bütün bunlara rağmen yönetim kademelerinden tek tek bireylere kadar pek çok kişi neden iyiliği değil, kötülüğü çoğaltmaya çalışır?
Galiba yalan ve haramın at başı gittiği böylesine hakkaniyetsiz bir iklimde, bir hukuk abidesi olan Ebu Hanife’nin “el-Alim ve’l-Müteallim” adlı eserinde iyiliği ve kötülüğü ayetlerle izah ettiği şu sözlerini yeniden hatırlatmakta yarar var: “Kim zerre miktarı iyilik işlerse karşılığını görür, kim de zerre miktarı kötülük işlerse karşılığını görür.” (Bakara, 2/285) Bu duruma göre iyilik ve kötülükler Allah tarafından yazılmaktadır. “Biz kıyamet günü adalet terazilerini koyacağız. Hiç kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır…” (Zilzal, 99/7-8) Bütün bunların aksini iddia eden kimse Allah’ı zulümle tavsif etmiş olur. Oysa Allah zulmetmeyeceği hususunda kullarına güvence vermiştir.” (1)
Hepimiz açısından bir uyarı niteliği taşıması gereken gerçek şu ki helalle haramın birbirine karıştığı, vicdan terazinin bozulduğu fena halde kirlenmiş bir dönemi yaşıyoruz. Özellikle de dini hassasiyetlere sahip olduklarını sandığımız kesimlerin, iktidar nimetlerine yaklaştıkça ‘helal lokma’ sınavında sınıfta kaldıklarını görmek son derece hüzün verici. Öyle anlaşılıyor ki her ‘haram lokma’ kalplerindeki kiri arttırdıkça durup kendilerini çek etme sınırını da çoktan aşmış oluyorlar. Ve doğal olarak nasıl bir dindarlık bilinciyle yola çıktıklarını unutarak, kendi elleriyle geriye dönüş kapılarını da tümden kapatmış oluyorlar.
1- Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, s.50)