Son dönemde bütün icraatlarını neredeyse “oy alma” üzerine endeksleyen siyasal iktidar, belli kesimlere mavi boncuk dağıtmak için İstanbul Sözleşmesi’nden ricat etmeye hazırlanıyor.
Aynı şekilde Ayasofya’nın da ibadetten çok, böylesine bir siyasal faydayı hedefleyerek açıldığı kanaati toplumda yaygın.
Bilindiği gibi 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’nin resmi adı, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan, hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde. 1 Ağustos 2014 itibariyle yürürlüğe giren sözleşmede Türkiye’nin öncü rolü bulunuyor. Türkiye aynı zamanda sözleşmeyi ilk imzalayan ülke.
Hatırlayalım, o günlerde başbakan olan Tayyip Erdoğan ve AK Parti temsilcileri böylesine insani özellikleri yüksek bir sözleşmeyi imzaladıkları için övünüyorlar ve haklı olarak bununla gurur duyuyorlardı.
Peki ne oldu da iktidar şimdi, bu sözleşmeden ricat etmenin telaşına düştü? Biliyoruz ki Türkiye’deki belli bir kesim bazı dini argümanları da kullanarak bu sözleşmenin aile yapısını tahrip ettiğini, kutsallığını ortadan kaldırdığını iddia ederek bir kampanya yürütüyorlar.
Doğrusu çok merak ediyorum, nedir bu aile yapısı?
Evet din aile yapısını önemser ve dindar olsun ya da olmasın her bir birey aile mahremiyetine, kutsiyetine önem verir. Ama din aynı zamanda insanların birbirine zulmetmesini, kadınlara ve çocuklara karşı şiddeti de yasaklar.
Acaba bazı dindar kesimler şunu mu demek istiyor, “ailenin kutsiyeti önemlidir ama gerektiğinde kadınlar-çocuklar dövülebilir, hatta öldürülebilir.”
Eğer “aile yapısı”ndan kasteddiğimiz böyle bir şiddet ortamıysa, bunun dindarlıkla da, dinle de asla bir ilgisi olamaz. Maalesef dindarlık sadece belli ibadetlere ve görsel ritüellere hapsedildiği için, insani hakların sağlanması ve korunması noktasında Müslüman toplumların hali içler acısıdır. Bu konuda Ali Bardakoğlu Hoca’nın meselenin vehametini bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır: “İnsan haklarını, haklarını koruma, kadın ve kız çocuklarının haklarını koruma, ehliyet ve liyakati esas alma, eşitlik, açıklık ve objektiflik, adaletten sapmama, emaneti ehil olana verme, kim olursa olsun hak sahibini önceleme bizim dini değerlerimiz hiyerarşisinde çok gerilerde kalmışsa, sorun büyük demektir.” (Yüzleşme, s.47)
İşte manzara ortada... Birileri kadına, çocuğa ve aile içi şiddeti yasaklamayı taahhüt eden İstanbul Sözleşmesi ile ilgili karalama kampanyası yürütürken kadınlar hunharca katledilmeye devam ediyorlar.
Son günlerde yaşanan kadın cinayetleri, gerçekten vicdanları yaralayan bir tablo ortaya çıkarmış bulunuyor.
Muğla’da eski erkek arkadaşı tarafından hunharca katledilen üniversiteli Pınar Gültekin’in cansız bedeni Menteşe ilçesinde ormanlık alanda bulundu. Pınarın katili Cemal Metin Avcı tutuklandı. Muş’ta Evli olduğu erkeğin kardeşi tarafından tecavüze uğradığını söyleyerek şikâyetçi olan Fatma Altınmakas, evli olduğu erkek Kazım Altınmakas tarafından öldürüldü. Gözaltına alınan tecavüz şüphelisi S.A. ise iki gün sonra serbest bırakıldı.
İşte İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddete karşı önlemlerin alınmasını taahhüt eden bir sözleşme. Hal böyleyken, meseleyi başka alanlara çekerek sözleşmeden vazgeçilmesini istemek vicdani olmadığı gibi şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir işe de yaramayacaktır.
Eşcinselliğe özendirdiği iddia edilerek de hedef gösterilen İstanbul Sözleşmesi’nin 12. Maddesinin 5. Fıkrası şöyle: “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” Sözleşme açıkça, hayatıyla ilgili farklı tercihlerde bulunanlara şiddet uygulanamayacağını söylüyor. Peki ne yapalım, onları taşa mı gömelim?