Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Türkiye’de siyasetin her geçen gün itibarsızlaştığını, insanların siyasetten beklentilerinin zayıfladığını açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Çünkü demokratik siyasal sistemlerde halk iradesinin yansımasında en önemli temsil araçlarından birisi, siyasal partilerdir, parlamentodur. Adı ister ‘başkanlık’, isterse ‘parlamenter’ olsun partilerin ve özellikle de parlamentonun etkisizleştirilip, itibarsızlaştırıldığı bir sistemin meşruiyeti tartışmalıdır.
Parlamentonun devre dışı kalması, yürütmenin tek elde toplanması yeni sistemi henüz üzerinden iki yıl bile geçmeden tartışılır hale getirmiştir. Eski Türkiye’de parlamenter sistemin arızaları yok muydu, elbette vardı. Her şeyden önce hukuka güvensizlik, yargı ve asker eliyle oluşturulan vesayet düzeni sistemin karakteristik özelliği haline gelmişti. Kemalist paradigmanın ideolojik bir dayatmaya dönüşmesi yasakları adeta bir norm haline dönüştürmüş ve sisteme olan güvensizliği derinleştirmişti.
Nitekim bu güvensizlik 2002 3 Kasım seçimlerinde bütün partileri devre dışı bırakarak siyasette yeni bir sayfa açmayı zorunlu hale getirmişti. Ve işte o gün AK Parti bu sayfayı açmış ve hepimizin önüne yeni bir Türkiye hayali koymuştu: “Partimiz hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir. Mevzuatımızdaki yasakçı hükümler nedeniyle, ülkemiz hukuk devletinden çok kanun devleti görüntüsü vermektedir. Türkiye, kanunlarını hukuka, hukukunu evrensel adalet ve insan hakları esaslarına dayandırarak ve temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sınırlayan yasakçı hukuk sistemini değiştirerek gerçek anlamda hukuk devleti olacak ve uluslararası camiada saygın bir yer kazanacaktır.”
Evet AK Parti o gün bu ilkelerle yola çıkmış ve bunları büyük ölçüde de hayata geçirmişti. Ancak şimdi 17 yıllık AK Parti iktidarının sonunda, tıpkı eski Türkiye’de olduğu gibi yine hukuka güvensizliği, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını, ifade özgürlüğü konusunda sorunların yaşandığını, basın özgürlüğünün zaafa uğradığını tartışıyoruz.
Geçmişte yaşanan baskıları, adaletteki zaafları eleştirerek iktidara gelen AK Parti’nin de dönüp dolaşıp “eski Türkiye” iklimine geri dönmesi, maalesef dindar-muhafazakar siyaset anlayışına karşı toplumda derin bir güvensizlik oluşturmuş bulunuyor.
Özellikle 2010 yılına kadar “hukukun üstünlüğü”nü savunan, en keskin ifadelerle demokratik değerlere vurgu yapan AK Parti’nin ulusalcı ve yasakçı bir iklime savrulması maalesef toplumsal hafızada dindarların yürüttüğü siyasete karşı negatif bir algı oluşmasına yol açmıştır. Oysa dindarlar yüz yıl sonra yönetimsel anlamda ilk kez bir fırsat yakalamışlardı. Eğer ilk gün yola çıkarken belirledikleri hukukun üstünlüğü, özgürlükçü, şeffaf ve hesap verilebilir bir yönetim anlayışını tesis etmeyi başarabilselerdi bu hem Türkiye, hem de Müslüman dünya açısından muhteşem bir örnek olacaktı. En önemlisi de Müslümanların demokrasi ile bir araya gelebilecekleri kanıtlanmış olacaktı.
Ama ne yazık ki bu deneme başarısızlıkla sonuçlandı ve kaybettik, artık şu saatten sonra dindarlık ekseninde yapılacak bir siyasetin toplum nezdinde itibarlı bir yer edinmesi oldukça zor görünüyor. Nitekim 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün KARAR’da yayınlanan röportajında yüz yıl sonra yakalanan bu fırsatın ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor: “İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde, iktidar geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın çöküşü diye çok tartışmalar var.”
Evet bugün itibariyle ortaya çıkan tablo dindarlar açısından çok da umut verici değil. Ancak daha rasyonel bir pencereden baktığımızda, bu başarısızlık belki de daha hayırlı sonuçlara vesile olabilir. Zira İslam tarihinin belli dönemlerinde yaşanan tecrübeler de göstermiştir ki, din ne zaman siyasette ve iktidar mücadelelerinde araçsallaştırılmışsa sonuçları hep acılı olmuştur.