Hepimizin bildiği gibi Hz. Ömer döneminde kurulan Şura Meclisi, kendisinden sonra seçilecek halifeyi belirlemek üzere oluşturulmuştu. Bu meclis her ne kadar sadece Muhacirlerden oluşmuş ve Ensar’ı dışarıda bırakmışsa da, genelde bütün Ashabın ittifak ettiği bir meclis olmuştur.
Şura Meclisi o günün şartlarında anayasal anlamda ileri bir adımdır, ancak sadece halife seçimiyle sınırlı kaldığı için neredeyse bütün İslam tarihi boyunca İslam toplumları yönetimi denetleyici anayasal bir kuruma kavuşamamışlardır.
Bu konuda Iraklı bir entelektüel olan Ahmet El-Hatip ‘Demokratik Hilafete Doğru’ adlı eserinde önemli tespitlerde bulunuyor. Ahmet El-Katip aslında Şii atmosferinde yetişmiş ve hayatı boyunca ‘Velayeti fakih’ anlayışının düşünü kurmuştur. Ancak yaptığı araştırmalar sonucunda ‘beklenen imam’ teorisinin kelamcıların ürünü olduğu sonucuna varmıştır. İşte bu Iraklı entelektüel Şura konusunda şu dikkat çekici tespiti yapıyor: “Şura Meclis’i, sadece muhacir sıfatı taşıyan Kureyş’in ana boylarının bir bölümünü temsil ediyor olsa da, sahabenin geneli ve Müslümanların saygısını kazanmıştı. Eğer bu Şura Meclisi devam etmiş olsaydı, İslam devletinin varlığını, birlik ve güvenliğini koruyan ilk anayasal (demokratik) yasama kurumu olabilirdi.”
***
Maalesef yönetimleri denetleyen, sorgulayan, gerektiğinde görevden alan bir Şura kurumu, bir başka deyişle anayasal kurumlaşma sağlanamadığı için, Hz. Osman’la başlayan çözülme, sonraki dönemlerde giderek daha despotik yönetim anlayışlarına evrilmiştir. Muaviye’nin iktidarı bir bakıma zor kullanarak ele geçirmesiyle birlikte hilafet de saltanat rejimine dönüşmüştür.
Trajik bir durum ama Sünni siyaset düşüncesi gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde baskı ve dikta temelli yönetim anlayışlarının onaylayıcısı onaylayıcısı konumunda olmuştur. Şura ilkesinin kalıntılarının dahi içi boşaltılarak, şeklen var olan bir görüntüye dönüştürülmüştür. El Hatip’in tanımıyla, “yöneticilerin Ehlu’l-Hall ve’l Akd denen danışma meclisi tarafından seçilmesi işlemi toplumun çoğunluğunun değil, sadece seçkin ve baskın bir zümrenin iradesini temsil eden bir tiyatroya dönüşmüştür.”
Hasılı, Muaviye ile başlayıp Osmanlı ile devam eden saltanat ve güç ilişkisi, İslam toplumlarında kalıcı bir hukuk sisteminin inşasına imkan vermediği gibi, demokratik düşüncenin yeşermesini sağlayacak bir iklim de oluşturamamıştır.
Evet, Osmanlı’da önemli bir başlangıç olan Mecelle hukuk tecrübesi, Tanzimat döneminin Avrupa hukuku ile tanışma çalışmaları ve nihayet Cumhuriyetle birlikte Avrupa hukukundan doğrudan aktarımlar esas itibariyle Türkiye’ye hukuki anlamda önemli tecrübeler kazandırmış ve ciddi bir müktesebat oluşmuştur. Ancak, Cumhuriyet dönemi ve sonraki süreçlerde siyaset dahil bütün kurumları kuşatan ağır vesayet anlayışı, evrensel manada bir hukuk sisteminin inşasına izin vermemiştir.
***
Elbette bunu söylerken, özellikle çok partili siyasi hayata geçişle birlikte gerek demokrasi alanında atılan adımları, gerekse hukuki alandaki pozitif değişimleri yok saymak mümkün değildir. Ancak her on yılda bir yapılan darbelerle birlikte vesayet perdesi biraz daha kalınlaştığı için demokrasinin kalitesi de, standartları da düşmeye devam etmiştir.
Ta ki 2002’de AK Parti iktidarı gelinceye dek... Vesayet sisteminin geriletilmesi, AB’ye uyum çerçevesinde gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ve demokratik reformlar bütün toplum kesimlerini heyecanlandırmış ve hemen herkes güçlü bir demokratik Türkiye rüyasına inanmıştı. Ve gerçekten de Türkiye demokratikleşmede ve hukuki reformlarda önemli bir mesafe aldı.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, artık bu tür demokratik reformları konuşamıyoruz. Maalesef 15 Temmuz ihaneti, Türkiye’nin demokratikleşme adımlarını yavaşlattığı gibi, var olan demokrasinin kalitesini de düşürmüştür. Oysa, özellikle AK Parti’nin ilk döneminde gerçekleştirilen demokratik değişimler sadece Türkiye’de değil, İslam ülkelerinin sokağında da bir umut ve heyecan oluşturmuştu. Zira Türkiye’de demokratik değerlerin yükselmesi İslam toplumları açısından da çok değerli bir örnek olacaktı. Ama ne yazık ki bu hikaye de yarım kaldı ve İslam toplumları açısından demokrasi fırsatını yakalama umudu bir başka bahara kaldı.