Tarihin ilk çağlarından bu yana insanın fıtratında var olan en tabii hakları konusunda farklı değerlendirmeler, tartışmalar yapılmış, zaman zaman bu hakların üzerinde baskılar oluşturulmuştur. Hatta öyle ki, tarihsel süreç içinde krallar, sultanlar yönetme yetkisini doğrudan Allah’tan aldıklarını iddia ederek insanları kandırmak için nice inceliklere ve safsatalara bile baş vurmaktan çekinmemişlerdir ama hiçbir zaman insanın ebedi haklarını yok edememişlerdir.
Thomas Paine “İnsan Hakları” kitabında şöyle diyor: “Bir vakitler krallar ölüm döşeklerinde vasiyet ile taçlarını başkalarına verir, halkı da, tıpkı sığır sürüsü gibi, tayin ettikleri herhangi bir halefe devrederlerdi.
... Kof bir gururla, yaşayanlara mezar ardından da hükmedebileceğini sanmak, istibdatların en gülüncü ve en küstahıdır. İnsanın insan üzerinde mülkiyet hakkı yoktur; bunun gibi hiçbir neslin de gelecek kuşaklar üzerinde tasarruf hakkı yoktur.” (1)
Çünkü tabii haklar, insanın fıtratında var olan haklardır. Ve insan, başkalarının haklarına zarar vermemek kaydıyla bütün fikri ve zihni planda bu haklarını kullanmakta özgürdür. Dolayısıyla iktidarların, bireyin kullanma yetkisine haiz olduğu tabii haklara tecavüz etme hakkı yoktur. Ancak tarihin bize gösterdiği bir gerçek var ki, krallar, sultanlar yani iktidar erki işlerine gelen her vasıtayı kullanarak ve de hileyi kuvvete katarak “ilahi hak” adı altında bir put çıkarmışlar ve sanki insanlar bir sürüymüş gibi onlara hükmetmeye kalkmışlardır.
Oysa modern demokratik toplumlarda esas olan, egemenliğin daima halkta olmasıdır. Demokratik sistemin sürdürülebilir olması için ise olmazsa olmaz kural “kuvvetler ayrılığı”dır. Paine göre özgür bir ülke, kişiler tarafından değil, doğal hakları garanti altına alan, bu anlamda adil olan yasalar tarafından yönetilmelidir. Çünkü evrensel anlamda hukuk, içine doğduğumuz ortamdan, ülkelerden bağımsız kıstaslar içermek durumundadır. Bu kıstaslara aklımız, adalet duygumuz ve vicdanımız olduğu, düşünebildiğimiz için sahibiz ve meşruiyetin kıstasları da eşit hak ve özgürlüklerin herkese her zaman sağlanıp sağlanmadığındadır. Bunun sağlaması, gene adaletin en ‘kadim’ tanımı olan ve kutsal adaletin bütün kitapların istisnasız hepsinde adı geçen “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” kuralıdır. Herkesin kendisine yapılmasını istemediğinin en net ve somut ifadesi canına, özgürlüklerine, sahip olduklarına el konulması, bu hakların ihlal edilmesidir. (2)
Özellikle belirtmek gerekiyor ki, yüzyıllar içinde krallıkların, sultanlıkların, padişahlıkların hakim olduğu dönemlerdeki istibdat yönetimlerine karşı verilen mücadeleler, yaşanan derin kırılmalar sonucunda oluşan tecrübeler insan hakları ve adalet anlayışının gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Sadece Amerika ve Fransız ihtilalleriyle ortaya çıkan insan hakları alanındaki şu değerler bile başlı başına önemli bir kazanımdır:
1-Hakları bakımından insanlar hür ve eşit doğarlar ve hep öyle yaşarlar. Onun için, vatandaşlar arasında medeni farklar ancak kamu yararı esasına dayanabilir.
2-Her siyasi topluluğun gayesi, insanın doğal ve vazgeçilmez haklarının korunmasıdır. Bu haklar hürriyet, milliyet, güvenlik ve zulme karşı direnmedir.
3-Her türlü egemenliğin temeli ve kaynağı millettir. Hiçbir kişi veya zümre, kaynağını açıkça milletten almayan hiçbir yetkiye hak iddia edemez.
Evet insan hakları, demokratik meşruiyet ve adalet kavramı konusunda önemli mesafeler alınmıştır. Ancak anayasal demokrasi fikrinin doğmasının üzerinden üç yüz yıl geçmesine, eşit haklar ve özgürlüklere dayalı vatandaşlık ilkesinin çağdaş anayasalara girmiş olmasına rağmen, yaşadığımız yüzyılda eski despotik dönemleri çağrıştıran popülist rüzgarların esmesi ve bir bakıma fiili monarşilerin uç vermesi düşündürücüdür.
1-Thomas Paine, İnsan hakları, s.44-45
2-Doç. Dr. Ayşen Candaş, İnsan Hakları önsözü, s.17