Türkiye gibi demokrasi kültürünün zayıf olduğu toplumlarda iktidar eleştirisi, genellikle dış güçlerle bağlantılı bir az gelişmişlik kültürü olarak tezahür etmektedir. Normal demokratik toplumlarda meşru iktidarlar icraatlarından dolayı zaman zaman bireyler, sivil toplum örgütleri, medya ve siyasi partiler tarafından eleştirilirler. Evet bütün iktidarlar eleştiriden pek hoşlanmazlar, canları sıkılır ama hiçbir zaman kendilerine yönelik sivil eleştirileri asla bir ‘ihanet’ ya da fitne-fesat işi olarak görmezler.
Çünkü demokratik toplumlarda eleştiri mekanizmaları denge-denetlemenin en önemli enstrümanlarıdırlar. Dolayısıyla siyasal iktidarlar her zaman hesap verebilir, denetlenebilir konumda olmak durumundadırlar. Çünkü bilirler ki demokratik meşruiyetin kaynağı sandık olduğu kadar, aynı zamanda hukukun üstünlüğüdür, kuvvetler ayrılığıdır, siyasi partiler ve medya denetimidir.
Ancak son dönemde iktidara yönelik eleştiriler, ‘ihanet’ kapsamı içinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Mesela muhalefet partileri, ya da medyadan gelen eleştiriler doğal demokratik bir hakkın kullanımı olarak değil, doğrudan iktidarı yıkmayı hedefleyen, hatta dış güçlerle ortaklaşa kotarılan bir eylem olarak görülmektedir.
Oysa dünyanın bütün demokratik toplumlarında muhalefetin de hedefi iktidar olmaktır, bu hedefe ulaşmak için de iktidarı icraatlarından dolayı eleştirirler. Yani iktidarı değiştirip kendileri iktidar olmak isterler. Demokrasi dışı sistemlerde nasıldır bilemem, ama demokrasilerde bundan daha doğal bir hak olamaz. Eğer demokratik bir sistemden yanaysak, sistemin özünü oluşturan ‘kuvvetler ayrılığı’ ve ‘denge-denetleme’ unsurlarını da kabul etmek zorundayız. Aksi taktirde kafamıza göre takılırız ki, bunun adı başka bir şey olur...
Galiba özellikle Müslüman ülkelerde iktidar eleştirilerinin, doğrudan iktidarı yıkmak, ya da fitne çıkarmak biçiminde anlaşılmasının temelinde tarihsel mirasımızın bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü dört halife dönemi dahil (Hz. Ebubekir hariç), Müslüman dünyada neredeyse bütün iktidar değişimleri ne yazık ki hep kanlı olmuştur. Mesela Hz. Osman katledilerek iktidardan indirilmiş, Hz. Ali’nin bir harici tarafından şehit edilmesinden sonra, iktidara Muaviye tarafından el konulmuştur. Emevi saltanatı da Abbasiler tarafından yıkılmıştır. Aynı şekilde Osmanlı’da da iktidar mücadelelerinin kanlı olduğunu ve hatta hanedan içinde yürek sızlatıcı şehzade katliamlarının yaşandığını hepimiz biliyoruz.
Kuşkusuz Ortaçağ Avrupa’sında da iktidar mücadeleleri başka bir korku imparatorluğuna işaret etmektedir. Kilise ve imparatorluk adeta bir cehennemin zebanisi olarak işlev görmüştür. İnanç hürriyeti adına insanlara nefes aldırılmamış ve Engizisyon denen kıyım makinesi de Tanrı adına toplu katliamlar gerçekleştirmiştir. Mesela II. Friedrich’in kanlı hükümleri son derece açıktır: “Bütün sapıklar (Kiliseye aykırı hareket edenler) kanun dışı sayılacaktır; bunlardan tövbe etmeyenler ateşte yakılacaktır; tövbe edenler zindana atılacaktır; gene sapıklığa dönenler idam edilecektir; bunların mallarına el konulacak, evleri yıkılacak, ikinci göbeğe kadar çocukları maaşlı hizmetlere alınmayacaktır; ancak babalarının sapıklığını ele verenler ile diğer sapıkları bildirenler hükmün dışında bırakılacaklardır.”
Ancak Avrupa, Rönesans ve aydınlanma dönemiyle birlikte kilise engizisyonunun bu kanlı sayfalarını kapatıp yeni bir dönemi başlatabilmiştir. Müslüman dünyada ise dini kurumlar daha hoşgörülü ve toleranslı bir ufka sahip olmalarına rağmen, bir Müslüman Rönesans’ı gerçekleştirilememiştir.
Maalesef, aklı ve birey özgürlüğünü esas alan İslam’ın evrensel mesajına rağmen, rasyonel akla dayanan köklü bir değişimi gerçekleştiremediğimiz için bugün bile siyasal hafızamız hala ‘iktidar yıkma’ korkusuna ayarlıdır. Bu yüzden de onca demokrasi deneyimimize rağmen, iktidarı elinde bulunduranlar en küçük eleştiri karşısında bile telaşa kapılıp, her türlü muhalefeti “dış güçler”le ittifak yapan hainler olarak görmektedirler.