Pazar günleri özellikle müzikle ilgili yazdığım yazılarından pek hoşlanmayan, bu yüzden de zaman zaman alaycı ifadelerle eleştiren okurların bana güç kattığını belirtmem gerekiyor. Bu tür yorumları hiçbir engellemeye tabi tutmadan rahatlıkla köşeme koyuyorum. Ve müzikle ilgili reddiye yorumları yapanları zihinlerindeki örümcekli ideolojik takıntılarıyla baş başa bırakıyorum.
Müziği hayatın dışında bir olgu olarak gören insanların, yaşadıkları dünyayı ‘hikmet’ penceresinden göremediklerini ve hayatın anlamını yeterince düşünmedikleri kanaatindeyim. Aynı zamanda yaşadıkları coğrafyayı ve insanlarını da anlama gayreti içinde olmadıklarını da...
Her ne kadar bazıları müzik konusunda mesafeli durmaya çalışsalar da, her insanın hayatında müziğin mutlaka bir yeri vardır. Anadolu’da annelerin bebeklerinin beşiğini ninnilerle salladığını hepimiz biliriz. Çocukluktan gençliğe geçiş yıllarımızda hangimiz şarkıların, türkülerin ezgilerini mırıldanmamışızdır ki...
Dünyanın bütün müziklerine yüreğimi açmaya çalıştığım için her vesileyle beni Batı hayranlığı ile suçlayanlara bir not düşmek isterim; ben ilkokul, orta okul ve lise yıllarımda yazları çobanlık yaptım; dağlarda koyunların, keçilerin peşinde kırık-dökük de olsa kendi çapımda dağlarda özgürce türküler söyledim, dağların şarkılarına eşlik ettim. Sonra lise yıllarımda ünlü İspanyol şairi Lorca’nın şiirlerini okuyarak koyun güttüm ve ormanların o muhteşem enginliğine şarkılar kattım...
Dolayısıyla bu coğrafyanın türkülerini, şarkılarını yeterince içselleştiremeyenlerin dünyanın değişik coğrafyalarından insanlığa armağan edilen müzikleri anlamaları, sevmeleri beklenemez.
Eminim ki bazı okurlar bugün şarkılarına misafir olacağım sanatçı vesilesiyle, yine benim yoldan çıktığıma ve müstemlekeci bir ruh hali içinde olduğuma hükmedeceklerdir. Zira bu hafta da yanağına “slave” (köle) yazarak müzik endüstrisine başkaldıran ikonik bir sanatçıyla yolculuğa çıkacağız, Prince...
Prince’in hikâyesi, 1958 yılında Minneapolis’in çoğunlukla siyahların yaşadığı kuzey bölgesinde başladı. Genetik mirası, sanki mesleğini belirlemiş gibiydi. Siyah bir İtalyan olan babası John Nelson, gündüz bir elektronik firmasında çalışıyor, geceleri de yerel bir caz grubunda piyano çalıyordu. Topluluğun solisti, annesiydi. Babası, küçük oğluna kendi sahne adı olan ‘Prince’ (prens) ismini koymuştu. Çünkü onun yapmak istediği her şeyi yapmasını istiyordu.
1980’li-‘90’lı yıllarda dünyanın ünlü müzik gruplarından hatıralarıma yansıyan ezgileri düşündüğümde, Prince’in müziğinden kontrollü çılgınlıklar ve biraz da hüzün geliyor aklıma... Purple Rain, Cream, Kiss gibi şarkılarıyla dans etmek ayrıcalığı bir başkadır... Bu dünyanın en yürek hoplatan, en yürek burkan şarkılarını besteledi. Her sahneye çıktığında şarkılarıyla devleşti, sesi hayranlarının sesiyle birleştiğinde meydanları inletti.
Şarkı sözlerini bizzat kendisi yazıyor, beste yapıyor, onlarca enstrüman çalıyor, geri vokalleri seslendiriyor ve ayrıca prodüktörlük yapıyordu. Prince ‘Beyaz müziği’ (pop ve rock) ile ‘siyah müziği’ni (R&B, funk ve soul) buluşturup, kendine has ‘Minneapolis sound’unu yaratmıştı. Sesini gospel söyleyen bir melekten, rock’ın vahşi çığlıklarına esnetebiliyordu.
Prince, gizem ve erotizm arasında gidip gelen bir çelişki yumağıydı adeta. Çok az sanatçıya nasip olan bir üne sahipti ama aynı zamanda dünyanın en esrarengiz pop yıldızıydı. Dikkat çekmeye bayılıyordu ama reklam yapmaktan da nefret ediyordu.
Her zaman otoriteye karşı bir tavır sergiledi ama aynı zamanda “Ben sevgi dolu bir zorbayım” diyerek ezber bozmayı da seviyordu.
O Pop’un gerçek yıldızıydı, “Eğer dürüstsen ve tanrı vergisi bir yeteneğin varsa ve müzik eleştirmenleri seni eleştiriyorsa, o zaman tanrıyı da eleştirmiş oluyorlardı ona göre.
O, tanrının kutsadığı Funk kralı Prince’ti ve kimsenin beceremediği kadar Rock yapmasını da biliyordu.” (Erel Eryürek/ Cutmagazine)
Prince’in ölümü hayranları için gerçek anlamda bir kalp kırıklığıydı. New Yorker dergisine yazan bir okur; “Michael Jackson için ağlamadım. Whitney Houston için ağlamadım. Şimdi Prince için neden ağladığımı bilmiyorum” diyordu. (Özlem Numanoğlu-Tempo)