Bugün Müslüman dünyada yaşanan problemlerin önemli bir bölümünün, Müslümanların tarihsel tecrübesiyle İslam’ın aynileşmesinden kaynaklandığı kanaatindeyim. Öncelikle bu konuda zihinlerimizin bir berraklığa kavuşması gerekiyor. İslam, Allah’ın vahiy yoluyla peygambere gönderdiği dinin adı. Müslümanlık ise, Kur’an ve sünnetin getirdiği mesajın farklı zaman ve farklı coğrafyalarda, farklı toplumlar tarafından hayata geçirilen yaşama biçimidir.
***
Yüzyıllar içinde yaşanan tarihsel tecrübeyi dinin kendisi gibi değerlendirmek doğru değildir ama, dini tümüyle tarihsel tecrübenin dışında görmek de aynı şekilde yanlıştır. Müslüman coğrafyalarda yaşanan tecrübeleri İslam’dan sapma olarak göremeyeceğimiz gibi, bunu İslam’la özdeşleştiren gelenekçi bakışı da kabul edemeyiz. Kaldı ki günümüz Müslümanlığı da bu tecrübelerin bir devamıdır. Bu çerçevede şunu da kabul etmek gerekiyor ki, yüzyıllar içinde oluşan farklı tonlarda ve renklerdeki Müslümanlık anlayışları, kaçınılmaz olarak zaman zaman İslam’ın ana kaynağından sapma örneklerini de ortaya çıkarmıştır. Önemli olan bu tür yanlışların, sapmaların Kur’an ve Sünnet ışığında sürekli çek edilerek sıhhatli bir güncellemenin sağlanabilmesidir.
Öncelikle şunu belirtelim; günümüz Müslümanlarının dini anlamada, dinin temel naslarını bilme konusunda bir sorunu yok. Esas mesele dinin ‘kurucu metinleri’nin modern zamanlara nasıl taşınacağı ve ilahi mesajın hayatla nasıl buluşturulacağıdır. Böyle bir durumda devreye sokulan ilk önerme: “Müslümanların temel sorunu İslam’ı yeterince yaşayamamasıdır” şeklinde ortaya çıkmaktadır. İlk bakışta çok masum bir bakış açısı gibi görünmekle birlikte, aslında farklı kesimlerin kafalarındaki İslami anlayışı dayatmayı öngören çok açık ve de ideolojik bir mühendislik projesine işaret etmektedir. Çünkü bu tür ideolojik bakış açısı, dinin esaslarına aykırı bir şekilde kutsallıkların üretilmesine yol açmakta ve bunun sonucunda da dini kavram ve değerleri farklı ideolojik grupların, hatta şiddet örgütlerinin hoyratça istismarını doğurmaktadır.
Maalesef günümüz İslam toplumlarında Kur’an’ın ve sünnetin önüne bir bakıma perde çeken bu ‘ideolojik İslam’ algısı rahmete vesile olmadığı gibi çatışmacı bir iklim doğurmuş bulunmaktadır. Bu yüzden de günümüzde “İslam” ve “terör” kavramlarının yan yana kullanılır hale gelmesi, ne yazık ki bütün dindarları derinden yaralamaktadır.
Şu anda İslam ülkelerinin içinde bulunduğu dramatik görüntünün sorumluluğunu bahaneler üreterek ve de suçu Müslümanların dışındaki dünyaya atarak sorumluluklarımızdan kurtulamayız. Çünkü insanların huzur, güven, adalet ve özgürlük içinde yaşadığı bir tek İslam ülkesi gösterebilecek durumda değiliz. Artık şunu kabul edelim, modern dünyada sunacağımız bir İslam ülkesi yok. Oysa Allah kitabında “En yüce sizsiniz” diyor.
***
Galiba öncelikli olarak, İslam’ın evrensel davetini anlamaya çalışırken dini yaşadığımız çağın değişim ve dönüşüm dinamiklerinden, akli gerçeklikten, toplumun tecrübe ve geleneklerinden kopararak fazlaca idealize edilmiş, anlaşılması mümkün olmayan sırlarla dolu, hayali bir İslam tasavvurunun bir tarafa bırakılması gerekiyor. Çünkü bu hayali tasavvurun sonucu, ne yazık ki Asr-ı Saadet dönemi yaşanması, erişilmesi mümkün olmayan standart bir hayat modeli olarak tarif edilmeye başlanmıştır. Oysa Asr-ı Saadet’i soyut bir model olarak değil, Hz. Peygamber’in rehberliğinde bir inancın, bir aşkın o günün şartları içinde somutlaşmış bir tezahürü olarak görmek gerekiyor.
Eğer niyetimiz İslam’ın adalet, merhamet, hakkaniyet ve özgürlük esaslarının rehberliğinde yaşanabilir bir dünya kurmaksa, soyut “İslam devleti” hayalleriyle insanları efsunlamak yerine, dinin evrensel mesajını modern dünyada insan hakları temelinde ortaya çıkan hukukun üstünlüğü ve demokratik değerlerle birlikte düşünmek zorundayız. Aksi taktirde dini bir talimatlar bütünü olarak algılamaya devam ettiğimiz sürece, İslam’ı tarihin belli bir dilimine hapsetmiş oluruz.