Gezi Parkı eylemleri gerekçesiyle 840 gündür tutuklu bulunan Osman Kavala ve tutuksuz 15 sanığın Silivri’de İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 18 Şubat’ta görülen duruşmada beraat etmesi hukuku rahatlatan bir karar olmuştu ve sevinmiştik. Ancak aynı gün akşam saatlerine doğru Kavala hakkında tuhaf bir şekilde başka bir soruşturmadan dolayı gözaltı kararı verilmesi bir anda fotoğrafı flulaştırdı.
Haberi ilk duyduğumda “bu bir şaka olmalı” diye düşünmüştüm, ama hayır bu arka kapıdan dolaşarak “Biz Osman Kavala’yı bırakmıyoruz” demenin yeni yargı sistemi diliyle ifadesiymiş... Böylece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de (AİHM) hukuk dersi vermiş olduk!
Çünkü AİHM’nin kararı son derece netti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kavala’nın dava dosyasında ve iddianamede cebir ve şiddet kullandığı, şiddet eylemlerini başlattığı ya da yönlendirdiği, ya da suç sayılan davranışlarda bulunanlara destek verdiği yönünde hiçbir delil olmadığını belirtmiş ve derhal serbest bırakılmasını talep etmişti. Ayrıca AYM Başkanı Zühtü Arslan da “olayların suç teşkil eden boyutu ile başvurucu arasındaki ilişkiyi gösteren kuvvetli belirtilerin gösterilmesi” gerektiğini ve dosyada bunun yapılmadığını ifade etmişti. Öyle anlaşılıyor ki AİHM’nin kararı dikkate alınarak beraat kararı verildi, ancak Kavala’nın çıkması istenmediği için bir başka gerekçe icat edildi, meselenin özü budur... Nitekim Ahmet Altan’la ilgili de tahliye kararı verilmesine rağmen, benzer gerekçelerle yeniden tutuklanarak cezaevine gönderilmişti.
Bu arada Gezi Davası’nda beraat kararı veren hakimler hakkında soruşturma izni verilmesi hakim teminatı açısından endişe verici bir gelişmedir.
Buna benzer yargıyı yaralayan öylesine kafa karıştırıcı gelişmeler yaşanıyor ki, doğrusu anlamak mümkün değil. Mesela Metin İyidil davasındaki yargısal zikzakları hala anlayabilmiş değiliz. İyidil’le ilgili beraat kararı veren mahkeme başkanı ve üyeleri HSK tarafından başka illere atanıyorlar. Bu da yetmiyor, devletin tepelerinden yapılan değerlendirmelerde bu hakimlerin “FETÖ’cü” oldukları bile dillendiriliyor, ama görevlerine devam ediyorlar...
O günlerde bu gelişmelerden Yargıtay Başkanı İsmail Cirit de endişelenmiş olmalı ki aynen şunları söylemişti: “Yargıda aynı konuda bu kadar farklı değerlendirme olabilir mi? Olmaması lazım. Beraat kararı veren mahkeme başkanı ve üyelerini kararın arkasından görevden alan HSK’nın bu tavrı da yanlış.
O zaman yargı bağımsızlığına gölge düşüyor. Ben bunu önceki dönemlerde yaptığım konuşmalarda da söyledim. ABD’li Rahip Brunson, gazeteci Deniz Yücel ile ilgili kararları örnek verdim.”
Bir gerçeği ifade etmek gerekiyor ki, son dönemde yargı eliyle ağır hukuk ihlallerinin icra edildiği bir Türkiye görüntüsü oluşmuş bulunuyor. Kavala davası bu konuda en ibret verici örneklerden birisidir. Maalesef benzer davalarda yargıçlar, topu bir üst mahkemeye attıkları için mağduriyetler zinciri bir türlü bitmek bilmiyor.
İşin en dramatik tarafı da, son dönemdeki benzer davalarda hiçbir hukuki gerekçe, bilgi ve belge olmadığı halde “dış güçler”, “küresel sermaye” gibi komplo teorileri üzerinden icra edilen kararlarla Türk hukuk sisteminin yara almış olmasıdır.
Oysa bu ülkede yaşayan her bir birey için hukuk devletinden daha hayati bir ihtiyaç olamaz. Çünkü demokratik bir hukuk devleti anlayışını hayata geçiremeyen ve adalete güveni tesis edemeyen ülkelerin, ekonomik yönden kalkınması ve dünyada saygın bir yer edinmesi asla mümkün değildir.
Yargıtay Başkanı İsmail Cirit’in 2018 yılında İstanbul’da düzenlenen 4. Uluslararası Yüksek Mahkemeler Zirvesi’ndeki konuşmasında yargıda şeffaflığın sağlanmasına ilişkin manifesto niteliğindeki şu ifadeleri aslında başka söze gerek bırakmıyor: “Halkın yargı sistemine güveni, yargının ahlaki otoritesi ve doğruluğu modern ve demokratik bir toplumun teminatıdır. Bağımsız tarafsız güvenilir dürüst bir hukuk ve yargı sistemi tüm gerçek ve tüzel kişilerin en doğal hakkıdır. Bu anayasal bir haktır. Ancak bireylerin yalnızca haklarını bilmeleri yeterli olmayıp bu hakların güvence altında olduklarını da bilmeleri gerekmektedir. Yargıda şeffaflığa ilişkin İstanbul Bildirgesi’ndeki standartlar gayet açık ve nettir. Halkın adalet sistemine duyduğu güvenin korunması ve güçlendirilmesi yargı organının sorumluluğundadır.”