Pandemi sonrasında oluşacak yeni dünyada totaliter rejimlerin cehennemiyle mi, yoksa ıslah edilmiş liberal bir demokrasiyle mi karşılaşacağız doğrusu bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz bir şey var ki insanoğlu yüzyıllar içinde büyük bedeller ödeyerek verdiği mücadeleler, maliyeti yüksek tecrübeler sonucunda elde ettiği hukuk-adalet, özgürlük gibi kazanımlarından asla vezgeçmeyecektir. Evet Covid-19 korkusu ülkeleri ulusal ölçekte daha içe kapanmacı ve güvenlikçi politikalara yönelteceği kesin. Ancak unutmamak gerekiyor ki malların ve fikirlerin serbestçe dolaşımının olmadığı bir dünyada sistemin adı ne olursa olsun, sürdürülebilir olması mümkün değildir. Dolayısıyla özgürlükler, insan hakları ve ‘hukuk devleti’ gibi temel değerlerin olmadığı bir dünya mümkün değildir.
Çünkü insanlar doğuştan, vazgeçilmez ve dokunulmaz haklara sahiptir, ancak bu hakların hayata geçirilmesi için bir hukuk sistemine ihtiyaç bulunmaktadır. Doğal olarak bu sistem aynı zamanda siyasi bir yönetim talebini de içermektedir. Tarihin bütün evrelerinde site devletlerinden modern yapılara kadar bütün yönetimler insanların doğal haklarını özgürlüklerini garanti altına almak için hukuk sistemleri inşa etmişlerdir. Buna Müslüman toplumların yüzyıllar içinde yaşadıkları hukuksal tecrübeler de dahil. Bu çerçevede hukuk ve ahlakın dinle dayanışma içinde olması gerektiğinin özellikle altını çizmek gerekiyor.
Ancak bu Kur’an’ın bir hukuk metni gibi okunmasını zorunlu kılan bir durum değildir. Zira hukuk sistemleri, toplumların sosyal, kültürel yapılarına, geleneklerine göre farklı farlı yöntem ve kriterler dikkate alınarak inşa edilir. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki Kur’an, tarihin farklı dönemlerinde yaşanan siyasal, toplumsal ya da uluslararası ilişkiler konusunda ayrı ayrı hükümler getirmez. Kur’an temel adalet ilkesini ve ahlaki prensipleri belirler ve insanlar hak temelinde yaşanabilir bir dünyayı bu prensiplerle inşa ederler.
İşte tarihi süreç içerisinde fıkıh, her şeyden önce toplumsal yaşamı düzenleyici normatif bir karakteristiğe sahiptir. Ancak ilahi iradeyi yorumlama çabası olan fıkıh, tarihi seyri içinde zamanla adeta dinle özdeş bir nitelik arzetmeye başlamıştır. Müslüman dünya açısından esas talihsizlik fıkıhla dinin, fıkıhla şeriatın eşitlenmesidir. Oysa fıkıh Ali Bardakoğlu Hoca’nın ifadesiyle İslam toplumlarının hukuk kültürüdür, insani/beşeri yönü ağır basan sivil ve mütevazi bir ilimdir. Hayatın pratikleri içinde ameli bir tecrübe birikimidir, ama dinin esası değildir.
Fıkhın itikadi alana çekilmesinin dinin üzerinde nasıl bir yük oluşturduğunu daha net anlayabilmek için Ali Bardakoğlu’nun fıkıhla dini iç içe mütalaa eden anlayışı tarif eden şu ifadeleri meseleyi bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor: “Kardeşim sen Müslüman değil misin? Dine inanıyorsan fıkhın da bu çağın sorunlarını çözücü olduğuna ve bu yükü taşıyacağına inanmak durumundasın. Çünkü neticede iman meselesidir bu. Dini Allah göndermiştir, bu fıkıh da Allah’ın şeriatıdır, evrensel olarak kıyamete kadar fıkıh bu yükü taşıyacaktır.’ Böylece din, şeriat, fıkıh iç içe girerek adeta kader birliğine mahkum edildi.” (1)
Açıkça ifade etmek gerekiyor ki, İslam fıkhının modern zamanlarda insanların hayatına dokunabilmesi, pratik hayata dair çözümler üretebilmesi için geçmişten bugüne gelerek köklü bir değişim yaşaması gerçeği göz ardı edilemez. Eğer Müslüman toplumlar böyle bir değişim sürecini yaşayamazsa, “hukuk devleti” kavramını anlamaları da, içselleştirmeleri de mümkün olmayacaktır.
Modern bir kavram olan ‘hukuk devleti’nden söz ederken, siyasi iktidarların yasalarla yönetmesinin bir ideal olarak ortaya konmasının kökenlerinin Antik Yunan’a kadar uzandığını biliyoruz. Bu çerçevede insan haklarının temellendirilmesinde hem ilk, hem de en eski felsefî yaklaşım ‘doğal hukuk’ ve doğal haklar yaklaşımının olduğunu belirtmek gerekiyor.
Ve doğal hukuk, genel olarak evrende, doğada ve insan doğasında rasyonel bir düzenin varlığının kabulü üzerine yükselir.
“Doğal hukukun çizdiği temel ilkeler doğru ve yanlışın, adâletin ve adâletsizliğin, haklı ve haksızın, hakların ve yükümlülüklerin nihaî olarak değerlendirildiği ve ölçüldüğü çekirdek veya ana çerçeve olarak işlev görür. Her türlü beşerî yasa, kural ve davranış ahlâkî meşruiyetini bu doğal yasalara uygunluğundan veya onlardan türetilmesinden alırken, bu “yasalar” ile çatışan ve onlara aykırılık içeren her türlü yasa, kural ve davranış gayrimeşru veya gayriahlâkî kabul edilir. Doğal hukukun ilkeleri “doğru” aklın emirleri olarak, her insanın (en azından potansiyel olarak) pratik uslamlama ile keşfedebileceği rasyonel ilkelerdir. Doğal hukuk etiği bağlamında insan hakları bazen doğrudan doğal yasalar ve temel değerler olarak bazen de insanın kendini gerçekleştirmesi için zorunlu olan özgürlük alanını koruyan araçsal değerler ve normlar olarak savunulur.” (2)
Doğal hukuk kavramına zaman zaman ciddî eleştiriler yapılsa da bu yaklaşım insan hakları fikrinin yerleşmesi ve temel bir ahlâkî meşruluk çerçevesi olarak kabul görmesine ciddi katkılar sağladığı da bir gerçektir. Kabul etmek gerekiyor ki bu yaklaşım, “zorba, baskıcı ve keyfî yasalara, uygulamalara ve yönetimlere karşı ileri sürülen meşru talepler olarak elde tutulmasında ve faşist, ırkçı, kolektivist ve totaliter toplum/devlet modelleri karşında anayasal demokratik devlet modelinin savunulmasında “uygun” felsefî temellerden biri olarak hâlâ önemi korumaktadır.” (3)
Belirtmek gerekiyor ki ‘doğal hukuk’ gerek insan fıtratıyla, gerekse dinle çelişen bir kavram değildir. Çünkü din, özü itibariyle özgürleştirici bir güç olarak insanların hayatına dokunmuştur.
Ama yüzyıllar içinde farklı iktidar yapılarının gölgelemeleri sonucunda özgürleştirici karakterini kaybetmeye başladığında, maalesef bir tahakküm aracına dönüşmüştür. Oysa “Kur’an, insanlar arasındaki ilişkilerin eşitlik, adalet, hakkaniyet gibi değerler temelinde inşa edilmesini talep eder; grup, cemaat, akraba kayırmacılığı gibi yozlaşmaları ise mahkum eder.” (4)
1-Yüzleşme, s.229
2-Cennet Uslu, Doğal Haklar ve Doğal Hukuk, s.26-27
3-a.g.e, s.27
4-Şaban Ali Düzgün, Özgürleştirici ya da Köleleştirici Güç Olarak Din, Yetkin Düşünce, sayı1