Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu çaresizlik ikliminden hiçbirimiz mutlu değiliz. Çünkü ekonomide en kötü günlerimizi yaşıyoruz, hukukta, özgürlüklerde, insan haklarında antidemokratik ülkeler ligindeyiz, akademik özgürlüklerde adımız Kuzey Kore ile birlikte anılıyor.
Doğal olarak bu tabloyu siyasi iktidarın performansıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor. İktiranın ilk on yılında “güçlü ve büyük Türkiye” hayalleri kuran ve ekonomiden hukuka kadar her alanda bir başarı hikayesi yakalayan AK Parti, ne yazık ki özellikle son 7-8 yılda ‘hukukun üstünlüğü’ çıtasını kaybettiği için esas varlık sebebi olan hikayesini de kaybetmiş bulunuyor.
Peki her alanda böylesine geriye gittiğimiz bir Türkiye tablosunda, nasıl oluyor da AK Parti bütün seçimlerden başarıyla çıkıyor?
Evet AK Parti bütün seçimleri kazanıyor ama Türkiye ekonomide, eğitimde, hukukta, dış politikada, tarımda, kentleşmede kan kaybetmeye devam ediyor. İzahı zor bir durum ama AK Parti kazanırken Türkiye kaybediyor…
İşte o kaybedişin kısa hikayesi; rasyonel bir ekonomik sistem inşa edilemediği için çalışanlar da emekliler de mutsuz ve yoksulların sayısı hızla artıyor.
Eğitimde eşitlik sağlanamadığı ve akademik özgürlük katsayısı giderek düştüğü için kendilerini mutsuz hisseden ve bu yüzden de eğitim için başka ülkelere gitmek isteyen gençlerin sayası her geçen gün artıyor.
Hukukun üstünlüğünün kaybedildiği bir Türkiye’de adaletin terazisi doğru tartmaz hale geldiği için adalete güven kaybolmuş bulunuyor.
Çünkü bu ülkede anayasal sistemi temelinden sarsacak hukuk cinayetleri yaşanıyor. Daha geçtiğimiz günlerde AYM’nin TİP milletvekili Can Atalay’la ilgili verdiği iki kez “hak ihlali” kararına uymayan alt mahkeme ve bu konuda hiçbir yetkisi olmayan Yargıtay, Anayasa’nın 153. Maddesini ilga niteliği taşıyan bir tavırla Anayasa’ya karşı açık darbe girişiminde bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın bu konudaki uyarısı anlamlıdır: “Anayasa’nın 6. maddesine göre hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Yine herkesin bildiği ve AYM başkanının tekrar tekrar hatırlattığı bir gerçek var ki: “Anayasa’nın 153. maddesinde veya başka herhangi bir maddesinde yasama, yürütme ve yargı organları ile idari makamlara ait herhangi bir takdir yetkisine veya istisnaya yer verilmemiştir. Anayasa ve kanunların açık hükümleri karşısında Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmamasının hiçbir gerekçesi ve geçerliliği olamaz.”
Ama ne yazık ki Türkiye’de ‘hukuk devleti’ zaafa uğradığı için alt mahkemeler dahil neredeyse bütün kurumlar Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını yok sayabiliyor.
Aynı şekilde, anayasamızda değişiklik yaparak iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala ile ilgili verdiği “Derhal serbest bırakın” kararına uymayarak, fiilen kendi anayasamıza bile itibar etmiyoruz.
Maalesef ‘hukuk devleti’ olma vasfı kaybedilmeye başlandığında, memleketin her tarafından hukuksuzluk iddiaları peş peşe gelmeye başlıyor. Mesela geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’dın Kulp ilçesinde bir imam, hutbeyi eksik okuduğu için kaymakam Burak Akeller tarafından darp edildiği iddiası var ki akıllara ziyan bir durum… Oysa o imam, kardeşi polis, babası köy korucusu ve ailesinde şehit olan bir isim. Bu perspektiften bakınca, bu meselenin başka anlamlar taşıyabileceğini de düşünmek gerekiyor. Doğrusu tam da seçim öncesi kaymakam tarafından imamın vatanseverliğini sorgulayan bu tavır, dindar-muhafazakar Kürtlerde AK Parti’ye karşı mesafeli bir duruşu beraberinde getirirse hiç şaşmamak lazım.
Açıkçası bir devlet görevlisi olan kaymakamın bu ülkücü coşkusuna bile şaşıramıyoruz artık. Çünkü hukuk çıtası kaybedildiği için sonunda kaymakam da kendi kafasına göre bir hukuk icra edebiliyor…
İşte memleketin hali bu…
Biliyoruz ki toplumun önemli bir bölümü için yaşanan bu hukuksuzlar pek bir anlam ifade etmiyor. Ama bilelim ki mahkemelerin, siyasi iktidarın, kurumların, yönetim makamında olanların anayasayı takmadığı, yani hukukun askıya alındığı bir ülkede rasyonel bir ekonominin uygulanması da yoksulluğun bitmesi de ekmeğimizin büyümesi de asla mümkün değildir.
Artık bir gerçeği anlamak zorundayız, gelişmiş demokratik ülkelerde olduğu gibi kendi halkımız için hayati bir öneme sahip olan hukuki güvenceyi sağlamadan tek tek bütün bireylerin geleceğe umutla baktığı ‘huzurlu’ bir toplum inşa edemeyiz.
“Biz bize benzeriz, Batılı demokrasilere benzemek zorunda değiliz” diye itiraz edenler olacaktır, elbette kimseye benzemek zorunda değiliz, hatta hukuk devletine de inanmayabiliriz. Ama bilelim ki böyle bir durumda İran, Afganistan, hatta Kuzey Kore’ye benzemekten başka bir çaremiz kalmayabilir…