Başlığa bakarak yaşanan ekonomik krizle Osman Kavala arasında nasıl bir kurulduğu sorulabilir.
Mesele elbette isimler değil, ama belirtmek gerekiyor ki Kavala davası Türkiye’nin hukuki görünürlüğünü yansıtması açısından son derece önemli ve de simgesel bir örnek.
Biliyoruz ki sürdürülebilir bir demokrasi, refah üreten bir ekonomi için öncelikle adaletin temin edildiği güçlü bir hukuki zemine ihtiyaç bulunmaktadır. Maalesef şu anda Türkiye adaletin tecellisi bağlamında vicdanları yaralayan bir süreci yaşıyor. Geçtiğimiz günlerde “Adaletin ömründen 1000 gün düşelim” yazımla ilgili Osman Kavala’nın cezaevinden gönderdiği mektubun satır aralarında, bir film şeridi gibi yaşadığımız ekonomik krizin fotoğrafı geçti gözlerimin önünden... Mektup aynen şöyle: ‘Adaletin ömründen 1000 gün düşelim’ sözleriniz durumun vahametini son derece çarpıcı biçimde anlatıyor. Sizin de değindiğiniz gibi, farklı suçlamalarla, farklı örgüt bağlantısı iddialarıyla – ancak hukuka uygun olmayan benzer işlemler sonucu – cezaevinde bulunan gazetecilerin, yazarların, siyasetçilerin hayatlarından alınmış toplam süreyi hesaplayacak olursak adaletin ömründen çok çok fazla düşülmesi gerekiyor.
Yaşanan bu insanlık trajedisine nasıl duyarsız kalınıyor, bunu ben de anlamakta zorluk çekiyorum. Kanaatimce durum sadece vicdanların sesinin kısılmasına değil, bir akıl tutulmasına da işaret ediyor. Her ne kadar adalet duygusu vicdanların üzerinden yükselse de hukuk, insan aklının yarattığı, geliştirdiği bir insanlık kazanımı.”
Kuşkusuz Türkiye’nin halen yaşamakta olduğu derin ekonomik krizin çok farklı sebepleri var. Hiçbir rasyonaliteye ve piyasa kurallarına itibar etmeyen siyasal iktidarın el yordamıyla aldığı kararların memleketin ekonomik problemlerini çözemeyeceğini artık sokaktaki insan bile görüyor.
Her ne kadar iktidar her gün buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon ve otomobil üretiminde rekorlar kırdığımızı, işsizliğin azaldığını, enflasyonun düştüğünü ve ekonominin uçuşa geçtiğini televizyonlardan gümbür gümbür açıklasa da insanlar nedense yaşadıkları gerçeklikle bu pembe tabloları bir türlü bağdaştıramıyorlar.
Galiba bu tabloda bir eksiklik var. Zira bakkalda, manavda, pazarda ve markette fiyatlar adeta çıldırmış durumda ve bu fiyatlar insanlara hiç de pembe pembe gülümsemiyor... Şu bir gerçek ki Türkiye’nin ciddi bir finansal kaynak sıkıntısı var, yani iktidarın halkın problemlerini çözebilecek mali kaynağı yok.
Oysa şu anda dünyada dolaşımda 2 trilyon dolara yakın bir para var ve bu paraların en küçük orandaki bir miktarı bile Türkiye’ye uğramıyor. Çünkü artık Türkiye yabancı yatırımcı için bir cazibe merkezi değil.
Peki 2013’e kadar bütün ekonomik ve demokratik göstergeleri yükselişte olan Türkiye, neden bugün böylesine karamsar bir tablo ile karşı karşıya kaldı?
Siyaset bilimine aykırı olmakla birlikte, AK Parti bugün 2013’e kadar ekonomide, demokraside, özgürlüklerde, insan haklarında gerçekleştirdiği başarılara vurgu yapmayı ne hikmetse hiç sevmiyor. Ama tam aksine bugünkü başarısızlıklarını başarı gibi göstermek için de olağanüstü bir çaba harcıyor. Bu kadar absürt bir tavrın izahı olabilir mi?
İşte Türkiye’nin şu anda yaşadığı ekonomik ve yönetimsel krizin şifresi tam da soru işaretinin kapsama alanı içinde bulunuyor. Türkiye AK Parti’nin ilk iki döneminde hukukun üstünlüğünü temin edecek bir istikamette ilerliyordu ve bu sayede hukuki görünürlüğümüzde sağlanan gelişmeler dünyada pozitif bir algı oluşturmuştu.
Maalesef bugün bu hukuk çıpasını kaybettik, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki negatif fotoğrafımız artık kimseye güven veriyor. Dolayısıyla bugün yaşadığımız bütün krizleri besleyen esas kaynak bu hukuksuzluk iklimidir. Gerçi iktidarın pek niyeti yok ama, eğer istenirse rasyonaliteye dayalı, piyasa gerçekliklerini dikkate alan bir ekonomik program uygulanabilirse kısmi de olsa bir toparlanma sağlanabilir.
Ancak kabul etmek gerekiyor ki pansuman tedbirleriyle Türkiye’nin sorunlarını çözmek mümkün değildir. Ekonomi-demokrasi dengesi sağlanmadan, özellikle de adaletin esas olduğu güçlü bir Türkiye fotoğrafı oluşturmadan yabancı yatırımın önü açılmaz ve doğal olarak da finans akışı olmaz. Dolayısıyla hukuki güvenilirliği de, finansal kaynakları da olmayan bir Türkiye’nin mecburi istikameti bellidir; her gün biraz daha küçülerek kendi yağı ile kavrulmak...