AK parti iktidarının son beş yılı hukuk, yargı bağımsızlığı ve hukuka riayet açısından tam bir hayal kırıklığıdır. Bu süre içerisinde o kadar ‘reform hikayesi’ yazıldı ki kelimeleri duymaktan bile yorulduk. Bilmek gerekiyor ki bir iktidar ne kadar reformdan söz ediyorsa, aslında o konuda zaaf içinde demektir.
Şimdi tam da seçimlere giderken iktidar, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü girişimi ile birlikte bir anda anayasa değişikliğini hatırladı. Esasen bu anayasa meselesi, iktidar açısından gelip geçici bir heves olarak kalacak belki ama yine de eğer hukuk adına bir adım atılacaksa elbette önemli.
Ancak kabul etmek gerekiyor ki iktidarın bu konudaki karnesi çok zayıf, özellikle son beş yılda dillendirdiği, hatta vaat ettiği reformları hayata geçirme konusunda hiçbir ciddi adım atmadı. Ne zaman ki Kılıçdaroğlu, AK Parti’nin 20 yıldır aklına gelmediği ‘başörtüsüne yasal güvence’ adımı atarak avantajlı bir konuma geçti, iktidarda bütün alarm zilleri çalmaya başladı. Bu durumu kendi tapulu arazisine müdahale olarak gören AK Parti, şimdi alelacele bir anayasa değişikliği hazırlıyor. Ama ne yazık ki bu işten çok fazla siyasi rant kokusu geliyor, bu yüzden de ciddiyeti biraz şaibeli…
Ayrıca Türkiye’nin şu anda acil bir anayasa değişikliğine değil, zihniyet değişimine ihtiyacı var. Hiç fazla söze gerek yok, AK Parti kendi iktidarının ilk on yılında gerçekleştirdiği hukuki reformları hayata geçirsin yeter. Ama iktidar akşam ‘sansür’, sabah anayasa değişikliği peşinde, yani tek derdi gol atabilmek…
Ancak hemen belirtelim, demokratik dünya ‘sansür golü’nü hiç sevmedi. Venedik Komisyonu, ‘Sansür yasası’ ile ilgili 'acil görüş' adı altında bir uyarı metni yayınladı. 2023 seçimleri öncesi yapılan bu düzenlemenin potansiyel sonuçları nedeniyle 'endişe' belirtildi. 'Oto sansür' endişesinin vurgulandığı açıklamada, Türkiye'deki yasaların dezenformasyonla mücadele için yeterli olduğu ve 'İfade özgürlüğü üzerinde olası keyfi kısıtlamalar' içeren bir tasarının kabul edilmesi için 'acil bir toplumsal ihtiyaç' bulunmadığı belirtilen metinde, düzenlemenin AİHS'in 'ifade özgürlüğü' maddesine aykırı olduğu vurgulandı.
Hal böyleyken iktidarın, sadece Kılıçdaroğlu’nun başörtüsüne ‘yasal güvence’ girişiminden endişeye kapılarak alelacele ‘anayasa değişikliği’ni gündeme taşımasını hiçbir hukuki gerekçeyle izah etmek ne yazık ki mümkün değildir.
Öyle bir iktidar düşünün ki Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne itibar etmiyor, Anayasa’nın 90. Maddesinde değişiklik yaparak iç hukukunun bir parçası haline getirdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hukuki kararlarını tanımıyor. Bu konuda, AİHM’nin “Kavala’yı derhal serbest bırakın” kararına rağmen “Tanımıyoruz, uygulamıyoruz” diyerek meydan okuması en somut örnektir.
Maalesef Gezi Davası kararları, Türkiye’nin hukuki görünürlüğünü zedeleyen bir belge niteliğindedir. Kim nasıl değerlendirir bilemem ama Kavala’nın şu ifadelerini Türkiye uzun yıllar tartışmak zorunda kalacaktır: “25 Nisan 2022 tarihinde, demokrasi değerlerini benimsemiş, ülkelerini seven yurttaşlar yargı kullanılarak cezalandırıldılar. Heyetteki hakimlerden birinin karşı oy yazısında ortaya konulduğu gibi, bu karar hukuka aykırı elde edilmiş ve suç işlendiğine dair makul şüphe içermeyen delillere dayanmaktadır. Karar keyfidir; siyasi baskı altında hukuk normları çiğnenerek alınmıştır.”
Kuşkusuz mesele, sadece bir Osman Kavala meselesi değildir. Esas tehlike, Türkiye’nin ‘hukukun üstünlüğü’ endeksinde hızla geri sıralara düşmesidir. Maalesef Türkiye demokrasi ve hukuk devleti bakımından çok ciddi bir gerileme ile karşı karşıyadır. 2021 yılı endeksinde hukukun üstünlüğü konusunda Sudan, Rusya, Çin ve Belarus’un dahi gerisinde kalarak 139 ülke arasında 117’inci sırada yer aldık. Çok acıdır ki yine bu endekste Türkiye, temel haklar konusunda sondan 8’inci olarak 133’üncü sırada yer aldı. Ve doğal olarak yargıya güven 2021 yılında yüzde 21’e kadar düşmüş bulunuyor. Alaturka sistemle birlikte bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri rafa kaldırıldığı için yargı da tek kişinin şekillendirdiği bir yapıya dönüşmüştür.
Yargı dahil bütün kurumların içinin boşaltıldığı bir yönetim ikliminde, yapılacak anayasa ya da yasal değişikliklerin Türkiye’nin anayasal bir demokrasi olarak tanımlanmasını asla mümkün kılmayacaktır. Dolayısıyla, şu saatten sonra iktidarın yapacağı her değişiklik sadece bir seçim şovu olarak kalmaya mahkumdur.
Umarız iktidar yeni bir anayasa değişikliğine hazırlandığı şu günlerde esas meselenin anayasa değil, mevcut yasaların uygulanmasında yargının üzerindeki siyasetin gölgesini de dikkate alır ve herkesin kendisini güvende hissedeceği ‘hukuki güvence’yi milletten esirgemez.