Öylesine akıl almaz Türkiye şartlarında yaşıyoruz ki sussak mı, konuşsak mı bir türlü karar veremiyoruz. Çünkü ortalığa saçılan rezaletlerin yarattığı ahlaki çürüme ve yozlaşma neredeyse günlük hayatın normali haline gelmiş durumda.
Herkes her şeyden haberdar aslında… Ancak ortaya atılan yolsuzluk, rüşvet, kara para iddialarının ‘cezasız’ kalması ve herkesin kaldığı yerden yoluna devam ediyor olması derin bir sessizliği de beraberinde getiriyor.
İnsan doğal olarak, bunca ahlaki, insani ve toplumsal değerlerin giderek değersizleşmesine suskun kalınmasının nasıl bir kültürel iklimden beslendiğini sorgulama ihtiyacı duyuyor.
Pek çoğumuzun “Herhalde bu kadarı da olmamıştır” dediğimiz öyle şeyler oluyor ki, artık hiçbir şeye şaşırmaz hale geliyoruz. Normal demokratik bir hukuk devletinde, eğer siyasilerden bürokratlara, yargıçlardan gazetecilere kadar pek çok kişi ‘kara para’dan aranan bir iş insanının uçağını kullanıyor, onunla aynı masada, aynı fotoğraf karesinde yer alıyorsa bunun yasal bir takibatı olması, en azından ahlaki anlamda sorgulanması gerekir. Ama ne hikmetse yetkililer derin bir suskunluğa gömülmüş bulunuyor.
Eğer bizzat devletin bakanı tarafından bir siyasetçinin suç örgütü liderinden her ay on bir dolar aldığı açıklanıyorsa, yargının meseleye el atması ve gereğini yapması gerekir, ama hukuk burada da susmayı tercih ediyor.
Galiba meselenin özeti şu; iktidarı yönetenler susuyor, çünkü onları sigaya çekecek, hesap vermesini sağlayacak hiçbir denetim mekanizması yok.
Milletvekili lidere itaatte kusur etmekten korktuğu için susuyor.
Yargı sürgünden ve kara listeye alınmaktan korktuğu için susuyor.
Halkın bir bölümü lider nezdindeki kulluğuna halel gelmesinden, ümmete zarar vermekten endişe ettiği için susuyor. Bir bölümü de polis takibatına uğramaktan korktuğu için susuyor.
Bunca umutsuzluğun, hukuksuzluğun ortasında gelecek endişesine kapılan gençlerse kapağı bir Avrupa ülkesine atabilmek için susuyor…
İşte “uçuyoruz, kaçıyoruz…” diye övündüğümüz yeni Türkiye’nin manzarası bu…
Eğer şu anda Türkiye’de yaşananların binde biri demokratik bir Avrupa ülkesinde olsaydı herhalde hiçbir iktidar yerinde kalamaz ve yer yerinden oynardı. Ama burası Türkiye… Biz “Büyüklerimizin ve devletin bir bildiği vardır” anlayışının hakim olduğu bir kültürel gelenekten geliyoruz.
İtiraf etmek gerekiyor ki bütün bu mide bulandırıcı olaylar karşısında suskunluğun temelinde, ‘birey’ olmayı değil, ‘kul’ olmayı esas alan bir zihniyet yapısı bulunmaktadır.
Maalesef bu zihniyet yapısıyla demokratik bir sistem inşa etmek hiç de kolay değil. Bir kere Batı’nın siyasal sistem tasavvuru ile Müslüman dünyanın siyasal sistem tasavvuru aynı değil. Her ne kadar ”Kur’an’da bütün sorunların çözümü var” diyerek teselli bulmaya çalışsak da, kabul edelim ki İslam siyaset kültüründe iktidarların sorgulanması, halka hesap vermesi, denetlenmesi gibi kavramlar yok. Evet Kur’an’da yöneticilerin “adaletle hükmetmesi, hakka-hukuka riayet etmesi, halka zulmetmemesi” gibi temel değerler var. Ancak bu ilkeler hukuki bir norma dönüştürülüp kurumsal bir hüviyet kazanamadığı için ne yazık ki Müslüman dünyanın demokrasi ile tanışması hep ertelenmiştir.
Esas itibariyle bugün İslam ülkelerinin demokratik bir sistem oluşturamamalarının temelinde de bu kültürel miras bulunmaktadır. Çünkü günümüz Müslümanlarının zihin dünyaları hala ilk nesil Müslümanların uygulamalarına ayarlıdır. Oysa yüzyıllar içindeki değişimleri, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri dikkate almadan dinle hayat arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak da, modern zamanlarda yaşanabilir bir yönetim modeli oluşturmak da mümkün değildir.
Eğer Türkiye dahil bütün İslam ülkeleri mevcut hamasi din anlayışından kurtulamazlarsa, bu dünyanın insanları Kur’an’ın da tarif ettiği, sorumluluk üstlenen bir “birey” değil, sultanlara, padişahlara “kul” olmaya devam edeceklerdir.
Galiba yaşadığımız dramatik halin özeti şu; susalım, itiraz etmeyelim, fitne çıkarmayalım, sultanlarımızı üzmeyelim ki ümmet kurtulsun!..