Yaşadığımız dünyada küresel ve bölgesel gerçekler, bütün ülkeler için olduğu gibi Türkiye için de diplomasinin ana eksenini oluşturmaktadır. Zaman zaman çıkarlarımızla kesişmeyen gelişmeler canımızı sıksa da sonunda reel politiğin dayattığı gerçeklerle yüzleşip, dış politikada yeni yol haritaları oluşturmak durumunda kalabiliriz.
***
AK Parti iktidarının ilk yıllarında, özellikle de 2011 yılına kadar iç politikadaki demokratikleşme eksenli hamlelerini dış politikadaki soft power diplomasisiyle desteklemiş, ikili ilişkileri kazan kazan politikalarıyla zenginleştirmiştir.
Hatırlayalım, AB ile tam üyelik müzakerelerinin yürütüldüğü yıllar Türkiye’nin demokratikleşme ufku açısından emsalsiz ve de altın değerinde bir dönemdi.
Sadece AB ekseninde değil, aynı zamanda Obama’nın ilk döneminde ilk ziyaretine Türkiye’den başlaması da Amerika ile ilişkilere farklı bir zenginlik katmıştı.
Daha da önemlisi Türkiye o dönemde yumurtaları tek sepete koymamış, bir taraftan komşularıyla olan ilişkilerini ortak tarihsel ve kültürel dinamiklerin de yardımıyla zengin bir zemine taşırken, Rusya ile de yüksek istişare konseyi düzeyinde ortak bakanlar kurulu toplayabilecek kadar güçlü bir ilişkiler rüzgarını yakalamıştı. Buna Afrika açılımını da eklersek Türkiye’nin diplomatik katma değerinin bütün dünyada nasıl bir gerçekliğe tekabül ettiğini sanırım daha iyi anlarız.
Sonrası malum... Arap Baharı darbecilerin ve diktatörlerin sert rüzgarıyla kesilirken Türkiye’nin bu bölgelere ilişkin diplomasisinin temelleri de doğal olarak sarsılmaya başladı. Buna Türkiye’nin darbeler ve katliamlar karşısındaki haklı insani duruşu da eklenince her şeyin ters yüz olduğu bambaşka bir tablo ile karşı karşıya kaldık.
Şimdi iş işten geçtikten sonra ‘keşke’ diye başlamanın bir anlamı yok ama, keşke ortaya çıkan tablo karşısında hiç zaman kaybetmeden hızlı bir diplomasi okuması yapabilseydik. Olmadı, yapamadık...
***
Kuşkusuz Türkiye’nin görünümü sadece bölgesel düzlemde değil, Avrupa ile olan ilişkiler de rüzgarların sert estiği bir iklime evrildi. Maalesef 2013’ten itibaren içerideki politik ve toplumsal gelişmeleri iyi yönetemediğimiz için hiç hak etmediğimiz bir negatif algı rüzgarına yakalandık. Ve ne yazık ki bu algının Türkiye’nin dış dünyadaki imajını zehirlemesinin önüne de geçemedik.
Bütün bunların üstüne Rus uçağının düşürülmesi bölgesel anlamdaki ittifaklarımızı alt üst etti. Tam bu noktada hiç vakit kaybetmeden diplomasinin ayarlarını gözden geçirmeyi başarabilseydik belki bugün farklı bir noktada olabilirdik.
Bunu yapamadığımız gibi “Bütün dünyanın bizi yok etmek üzere ittifak ettiği” zehabına kapılarak reel politikte asla karşılığı olmayan bir söylem anaforuna kapıldık.
Neyse her şeyin bir sonu vardır, şimdi başa döndük ve her şeye sıfırdan başlıyoruz. Müttefiklerle ve komşularla olan ilişkilerdeki gerilimlerden hiçbir tarafın karlı çıkmayacağı kesin. Dolayısıyla özellikle Rusya ile yaşanan kriz konusunda zaman kaybetmeden yeni bir diplomasi adımının atılması gerekiyordu.
İşte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da aynen öyle yaptı ve Rusya Devlet Başkanı Putin’e mektup göndererek yeni bir barış adımı attı. Evet hava sahamızı sayısız kere ihlal eden Rus uçağına karşı devreye soktuğumuz yaptırımda hem uluslararası hukuk, hem de insani anlamda sonuna kadar haklıydık. Ancak o günden bu yana Rusya ile yaşanan tatsız ve gergin ortamın, her iki ülkenin ekonomilerine büyük zararlar verdiği muhakkak. Dolayısıyla Erdoğan’ın mektup yazarak başlattığı gönül alma hamlesi, son derece doğru bir başlangıç olmuştur.
***
Bu arada Cumhurbaşkanı’nın önceki akşam büyükelçiler iftarında AB konusunda yaptığı değerlendirmelerin satır aralarındaki şu ifadelerin altını özellikle çizmek gerekiyor: “Karşılıklı saygı, ortak değerler ve çıkarlar ekseninde bir kazan kazan politikası kurulabileceğini düşünüyoruz.” Bu ifadelerin, Türkiye’nin bundan sonra oluşması muhtemel diplomatik parametreleri açısından büyük önem taşıdığı kanaatindeyim.