İnsanlar genellikle hayatlarının belli dönemlerinde duygusal anlar yaşarlar. Bu anlar hüzünlü olduğu kadar, kadere teslimiyetin de en doruklarda seyrettiği anlardır aynı zamanda...
Babam yaklaşık üç aydır yoğun bakımda hayatla ölüm arasında zor günler yaşıyor. Bu yüzden M. Kemalpaşa devlet hastanesiyle İstanbul arasında adeta mekik okuyorum. Günlerim hastane koridorlarında ve yollarda geçiyor. Kemalpaşa’da olduğum zamanlarda günün belli saatlerinde hastanede oluyorum, oradan çıkınca da bu kasabada bir dostumun açtığı Antares kitap-cafe’ye gidiyorum. Burada düzenli kitap okumaya çalışıyorum ve gazete yazılarımı da burada yazıyorum.
Ve tabii ki bu her estiğinde kıyılarımda hüzün bırakan fırtınalı günlerde duygu dünyamı müziğe ve caza emanet ediyorum. Bu şirin kitap-cafede genellikle caz ve rock parçaları çalınıyor. Kafenin sahibi Murat’a rica ediyorum ve neredeyse bazı günler gün boyu Wnton Marsalis’in trompetinden yayılan tınılar kitapların satır aralarına karışıyor.
Doğrusu bu kadar sıkıntılı günlerimin içinde kısa süreliğine de olsa Marsalis’te soluklanmak bana iyi geliyor. Ama hemen belirtmeliyim, bugünlerdeki yoğun Marsalis mesaisi, Miles Davis’i ikinci plana ittiğim anlamına gelmiyor, çünkü o benim için her zaman bir numaradır.
Marsalis’i ilk kez yıllar önce İstanbul’da dinlemiştim. 2007 yılıydı, İstanbul Caz Festivali’nin yine en sükseli festivallerinden biri yaşanıyor... İşte o yıl, 1970li yıllardan günümüze popüler müziğin önemli isimlerinden olan Bryan Ferry, Bee Gees’i oluşturan üç kardeşten biri olan Robin Gibb ve 8 Grammy ödülüne layık görülen Marsalis’i ayrı ayrı dinleme şansını yakalamıştım.
Şimdi düşünüyorum da bir Davis hayranı olarak, acaba Marsalis benim için ne anlam ifade ediyordu? Galiba bu sorunun cevabını biliyorum, şiirin hafızamıza nakşettiği mükemmellik... Joachim E. Berendt’nin ifadesiyle Wynton Marsalis’in üslubu, caz trompetinin tarihinde eşsiz bir yere sahip olan Luis Amstrong’un ritmik coşkusundan Dzzy Gillespie’nin gürleyen inceliğine, Clifford Brown’un yumuşak sıcaklığından Miles Davis’in cool şiirselliğine kadar her şeyin mükemmel bir sentezidir.
1997 yılında Marsalis, Blood on the Fields ile Pulitzer Müzik Ödülü’ne layık görülen ilk Caz müzisyeni oldu. Blood on the Fields, Wynton Marsalis tarafından bestelenen iki buçuk saatlik bir caz oratorio. Ve bu eser kölelikten özgürlüğe geçen bir çiftin hikayesidir...
Zubin Mehta Marsalis’e bu bestesiyle ilgili şöyle diyor: “Senin Blood on the Fields bestenl Pulitzer Ödülü kazanmana şaşırmadım. Eminim ki Buddy Bolden, Lois Amstrong ve diğerleri yukarılarda bir yerde sana tebessüm ediyorlar.”
Marsalis’in tınısı çok temiz, üslup olarak da jazz çaldığında bizi eskilere götürür. Wynton Marsalis, bir anlamda jazz’ın temellerini tekrardan gündeme getirmiş ve bu temeller üzerine inşa ettiği yapıyla yeni ve orijinal bir yorum getirmeyi başarmıştır. Aslında Marsalis, Miles Davis, John Coltrane ya da Charlie Parker gibi Jazz’da çığır açan bir müzisyen değildir. Ancak, tekniği, sonoritesi, tarzı ve genel duygu yapısıyla eskiyi yeniden ele alması ve bu yeninin orijinalliğini koruması Marsalis’i jazz tarihindeki en önemli müzisyenlerden biri haline getirir.
Trompetçi, besteci ve yorumcu olan Wynton Marsalis, düşünceleri, sanata ve hayata bakışıyla da farklı bir tarzı temsil etmektedir. Sanatı bir protesto biçimi olarak gören Marsalis’in şu ifadeleri son derece dikkat çekicidir: “Biz, demokratik süreci geliştirmek için gelecek nesillere güveniyoruz. Onları eğitmek ve onlara sevgi vermek, bizim geleceğimizi güzelleştirecektir. Sonuçta, jazz da, demokrasi de ortak süreçlerdir. Çocukları seyrederek ilham alıyorum. Sizin dünyanız her zaman karanlıktır, onlarınki güzel ve aydınlıktır. Siz her zaman blues hissediyorsunuzdur, âşıksınızdır ve kalbiniz kırıktır. Ama onlar mutludur. İşte bu hayat… Ve onları izlemeye bayılıyorum.” (Jazz Dergisi 2007 47. Sayı)