Gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki mesafenin giderek açılması Sanayi Devrimi ile başlamıştır.
Genellikle Üçüncü Dünya ülkeleri ve İslam coğrafyalarındaki hakim dil, Batılı ülkelerin sömürü ve İslam düşmanlığı üzerinden bu ülkeleri geri bıraktığı şeklindedir. İslam ülkeleri dahil geri kalmış ülkelerin aydınlarının temel tezleri de daha çok emperyalist mağduriyet üzerine bina edilmiştir.
Defansif, geç modernleşme yaşayan ve geri kalmışlığını yenemeyen ülkelerde en yaygın anlatının, dış dünyanın kolonyalizm ve emperyalizm üzerinden gerçekleştiği sömürü ve yıkıcılığı merkeze aldığına dikkat çeken Prof. Dr. Ali Tekin diyor ki: “Dış dünya ile etkileşim önemliyse de tek başına geri kalmışlığı ve ileri gitmişliği açıklamada yetersiz kalır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilişi önemli bir örnektir. Her ne kadar bazı ülkelere tanınan kapitülasyonlardan bahisle sömürücü ‘dış etki’den söz etmek mümkünse de, İmparatorluğun Batı’nın ticari emperyalizmi ile tanışması 1838 Baltalimanı Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması’ndan sonra önem kazandı. Oysa imparatorluğun zayıflaması zaten çok daha önceki dönemde ortaya çıkmıştı. Diğer yandan, koloniyal/emperyal politikaların süjesi (konusu) olmuş Japonya’nın ve sonrasında da Güney Kore’nin dış dünya faktörünü tersyüz etmeyi başarmış olmaları oldukça önemli ve öğreticidir.” (1)
Hristiyan dünyanın ancak Rönesans ve Aydınlanma yoluyla gelişme ivmesini yakalamasına rağmen, Müslüman dünyanın modernleşme ve endüstrileşmenin önündeki engelleri neden kaldıramadığını anlamadan geri kalmışlığı izah etmek mümkün değildir.
Maalesef İslam toplumlarında tarihsel süreç içinde oluşan geleneksel normlar ve bu yapı içindeki görece yaygın yolsuzluk ve akraba kayırmacılığı sonraki yüzyıllara aktarılmıştır. İşte böyle bir atmosferden beslenen toplumsal yapı, doğal olarak otokratik yönetimlere karşı duyarsızlığın kaynağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla böylesine bir kültürel ve toplumsal ortamda yaşanan ekonomik başarısızlıklar, zaman içinde küresel gerçeklere uyum sağlamayı sınırlamış, bu da içe dönük ideolojilerin güçlenmesine yol açmıştır.
Hemen belirtmek gerekiyor ki Müslüman dünyanın geri kalışının sorumlusu İslam değildir. Böyle bir yaklaşıma itibar edildiği taktirde 12. Yüzyıla kadar ekonomik, teknolojik, bilimsel, sanatsal ve kültürel alanda İslam toplumlarının Batı’nın ilerisinde olduğu gerçeğini izah etmek mümkün olmayacaktır.
Kabul etmek gerekiyor ki Müslüman toplumların temel problemi, tıpkı Ortaçağ’ın ilk döneminde Hristiyan yöneticilerde olduğu gibi Müslüman yöneticilerin de dini bir “meşruiyet” aracı olarak kullanıp itaat toplumu oluşturmalarıdır.
Pek tabiidir ki itaat kültürünün hakim olduğu toplumlarda eleştirel düşünce gelişemeyeceği için bilimsel ve teknolojik gelişmelerin önünün kapalı olması kaçınılmazdır. Kısacası esas problem İslam değil, düşünce ve ifade özgürlüğünü boğan zihniyet iklimidir.
Hal böyleyken, özellikle 20. Yüzyılda Müslüman ülke aydınları, siyasetçileri, Müslümanları emperyal güçlerin geri bıraktığı tezini güçlü bir şekilde dillendirerek sorumluluktan kaçmayı tercih etmişlerdir. Oysa Batı ile İslam dünyası arasındaki büyük ayrışmaya baktığımızda gördüğümüz manzara şudur; İslam dünyasındaki siyasi ve dini elitler başlangıçta, Rönesans sonrasında Batı’da yükselişe geçen bilimsel ve teknolojik gelişmeleri bloke etmişler, yeniliklere karşı duyarsız kalmışlardır. Özellikle ulema, faiz konusunda çözüm üretemediği için kredi sistemi geliştirilememiş ve doğal olarak güçlü sermaye yapıları oluşamamıştır.
Bugün geldiğimiz noktadan baktığımızda da aslında çok fazla bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Zira bugün de akla ve bilime yeterince itibar etmiyoruz, ekonomimizi piyasa kurallarına göre değil, “biz bize yeteriz” anlayışıyla düzenlediğimiz için başarısızlıktan başarısızlığa koşuyoruz.
Dış politikamızı diplomasi diliyle değil, hamasetle şekillendirdiğimiz için uluslararası hukuktan doğan haklarımızı bile birilerinin inayetiyle savunmak durumunda kalıyoruz.
Ve sonunda saklanamaz bir şekilde ortaya çıkan beceriksizliklerin, başarısızlıkların faturasını ödeyecek bir muhatap olmadığı için “Uluslararası güç odakları ve yerli işbirlikçileri ittifak edip bizi yok etmek istiyorlar” diyerek ortadan kayboluyoruz.
1-Kısır Döngü, s.25-26, İnkılap yayınları