Başlığa bakıp haklı olarak “Bu da nereden çıktı” diyenler olacaktır, bunun farkındayım. Malum 10-11 Aralık’ta Avrupa Birliği zirvesi var ve buradan Türkiye ile ilgili bir yaptırım kararı çıkabilir. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın ‘hukuk reformu’ vaadini bu bağlamda okumakta yarar var. Ancak reform sinyalinin başladığı ilk günden bu yana yaşanan gelişmeler hiç de umut verici gözükmüyor.
AK Parti, iktidarının özellikle son beş yıldaki karnesini sıfırlayıp yeni bir reform hamlesi başlatabilir mi doğrusu çok emin değilim. Kuşkusuz imkansız değil ama ne kadar gerçekçi orası biraz meçhul. Açıkçası ben de bir bakıma bu reform sinyallerinden ilham alarak biraz geçmişe gidip, o meşhur tezahüratta olduğu gibi “ Eyy Avrupa duy artık sesimizi, bu gelen Türk’ün ayak sesleri” sloganıyla yeni döneme küçük bir katkı yapmak istedim...
Bilindiği gibi geçmişte gerek milli maçlarda, gerekse kulüplerin Avrupa maçlarında tribünlerden yükselen ve de kendimizi Avrupa’ya kanıtlamaya çalıştığımız içler acısı bir tezahüratımız vardı.
/Avrupa Avrupa duy sesimizi
iste bu gelen Türklerin ayak sesleri,
Türklerle kimse başa çıkamaz/
Pek de dostane olmayan bu hiddetli sloganlarla aslında kendi kültürel değerlerimizle Avrupa medeniyetine katkı yapmaya değil, sanki içten içe ‘ezmeye’ geliyoruz der gibiydik... Bu hiddet ve paranoyak halin temelinde, Avrupa karşısında bilimsel, kültürel ve teknolojik anlamda yeni değerler üretememenin ezikliği bulunuyor olsa gerek.
O günlerin üzerinden yaklaşık 20-30 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu az gelişmişlik duygusundan hala kurtulamadığımızı görmek doğrusu fena halde insanın canını sıkıyor. Oysa özellikle AK Parti iktidarının ilk döneminde gerçekleştirilen demokratikleşme adımları ve kalkınma hamleleriyle bütün Türkiye’de yeni bir umut ortaya çıkmış, “Evet biz de artık dünyada yasaklarla, hukuksuzluklarla değil, özgürlüklere ve insan haklarına değer veren bir ülke olarak başımız dik dolaşabileceğiz” diyerek ayaklarımızın yere daha sağlam bastığını hissediyorduk.
Ama ne yazık ki bu güven duygusu çok uzun sürmedi, özellikle 2013’ten sonra öyle bir rüzgar esmeye başladı ki, giderek demokratik değerleri savunmak “ihanet”le eş anlamlı hale gelmeye başladı.
Maalesef bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, 20 yıl öncesini bile aratacak bir kabus fotoğrafına işaret etmektedir. Talihsizliğe bakın ki bugün de tıpkı geçmişte olduğu gibi, “Avrupa.. Avrupa duy sesimizi...” modundayız.
Ve an itibariyle ekonomiden dış politikaya, eğitimden ‘hukuk devleti’ anlayışına kadar her alanda “kaybet.. kaybet” görüntüsü çizmemize rağmen, Avrupa dahil bütün dünyaya meydan okuyoruz ve herkese ‘dünya devleti’ masalları anlatmaktan da bir türlü vazgeçmiyoruz.
Gerçek şu ki ekonomide “uçuşa geçtik” hikayelerine rağmen bir türlü ‘biz bize yetemiyoruz’, demokratik ve hukuki anlamda negatif bir görüntü çizdiğimiz için yabancı yatırımcı nezdinde cazip ülke olma avantajımızı kaybettik ve doğal olarak insanlarımıza istihdam sağlayamıyoruz. Kısacası dizlerimizin dermanı tükenmiş durumda ama, yine de Avrupa’ya hava atmaktan vazgeçemiyoruz, tıpkı “bu gelen Türk’ün ayak sesleri...” der gibi...
Her ne kadar son beş yıldaki uygulamalar umutlu olmamız için iyi bir referans değilse de, açıkçası umutlu olmayı çok istiyoruz. Çünkü bu tablo devam ederse hiç kimse bu ülkede kendini mutlu ve güvende hissetmeyecektir.
Bilelim ki eğer hukuk sistemimiz adalet dağıtmada yetersiz hale gelmişse, sokaktan medyaya kadar her alanda ifade özgürlüğünü sağlayamaz durumdaysak, üniversitelerimize bilimsel özgürlüğü götüremiyorsak, devlet kurumlarında esas olması gereken liyakati umursamaz durumdaysak, sokakta bile insanlar korkusuzca konuşamıyorlarsa kime meydan okursak okuyalım; bu halimizle insanımızın ekmeğini büyütemeyiz, refah standartlarını arttıramayız, dünyada dostumuz da, itibarımız da kalmaz.