Parlamentodan geçen yeni anayasa değişikliği reform niteliği taşımakla birlikte, bu paketin Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tüm demokrasi sorunlarını karşılayacağı kanaatinde değilim. Aslında AK parti 2010-2011 yıllarında gerçekten reform niteliği taşıyan anayasa taslakları hazırlamıştı.
Keşke o günkü reformist anlayışta ısrar edilip ülkenin ihtiyacı olan ve büyük toplum kesimlerinin uzlaştığı kapsamlı bir anayasa millete sunulabilseydi. Ne yazık ki 2011’de oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu 60 madde üzerinde uzlaşma sağlamasına rağmen, devamını getiremedi ve başarısızlıkla sonuçlandı.
Referandum süreci tamamlanıp hayata geçtiğinde göreceğiz ki, ülkenin ihtiyacı olan anayasal reformlar ve yeni anayasa yine Türkiye’nin gündeminde olmaya devam edecektir.
***
Parlamentodan geçen bu anayasa değişikliğini yeterli bulmayabiliriz, hatta eleştirebiliriz, bu son derece demokratik bir hak. Ama bütün bunlar umutsuzluk ya da kabus senaryoları üretmek için bir mazeret olamaz. Bu paket Türkiye’nin demokrasi sorunlarını tümüyle çözemeyecek belki ama yeni reformların yapılmasına da engel değil.
Unutmayalım ki 1982 darbe anayasasının cumhurbaşkanına verdiği sınırsız yetkiler ve 2007 yılında cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin önünü açan referandumla birlikte ortaya çıkan sistem karmaşasını Türkiye’nin bir şekilde aşması gerekiyordu.
Denebilir ki, parlamenter sistemin arızaları giderilerek uyumsuzluk ortadan kaldırılabilirdi. Bunun için bir tek yol vardı, o da cumhurbaşkanının yetkilerini kısmak... Ancak kabul etmek gerekiyor ki, geçmişte siyasete yapılan müdahaleler dikkate alındığında bunun hiç de makul bir yol olmadığı anlaşılacaktır.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’deki sistem tartışmalarının temelinde parlamenter sistemin yürütmede istikrarsızlığa neden olduğu, bu yüzden de başkanlık sistemine geçilerek güçlü ve istikrarlı bir yönetim modeli oluşturma düşüncesi bulunmaktadır.
Oysa Türkiye’nin yaşadığı sorunlar, sistem tercihini de aşan daha karmaşık bir yapı arzetmektedir. Çünkü Türkiye’nin, uzun yıllardır oluşan bir hukuk devleti zafiyeti, sivil toplum yetersizliği, uzlaşma kültürünün zayıf olması, temel hak ve hürriyetlerin yeterince olgunlaşamaması gibi çok daha temel problemleri bulunmaktadır.
Hal böyleyken, siyasal ve toplumsal zaaflarla malul bir siyasal iklimde sadece parlamenter modelin değil, başkanlık sisteminin de sağlıklı işleyeceğinin ne yazık ki bir garantisi yok. Dolayısıyla Türkiye’nin siyasal ve sosyolojik gerçeklerini dikkate almadan, bütün günahları yeni başkanlık sistemine yüklemek çok gerçekçi olmadığı gibi hakkaniyetli de değil.
***
Şu saatten sonra son kararı kuşkusuz millet verecektir ve esas olan da milletin iradesidir. Yarım asrı aşan demokrasi tecrübesi göstermiştir ki, bu toplum kendi geleceğine ilişkin en doğru kararı verme kabiliyetine de, ehliyetine de sahiptir.
Şunu açıkça ifade edelim, Türkiye toplumu bugüne kadar verdiği kararlarda hiç yanılmadı. Ve Türkiye’nin geleceği ile ilgili bütün adımlarda siyasetçilerden de, aydınlardan da her zaman bir adım önde oldu. Evet fırtınalı zamanlarda geriye çekildi, doğru zamanın gelmesini bekledi ve o gün geldiğinde de en doğru kararı verdi. Tıpkı 28 Şubat’ın en sıcak günlerinde sert rüzgarların dinip, toz bulutunun ortadan kalkmasını beklediği gibi...
Dolayısıyla kimsenin ne bugün, ne de referandum sonrasında halkın iradesini muaheze etme hakkı olmamalıdır. Bilelim ki, “Millet niçin ‘evet’ ya da niçin ‘hayır’ diyeceğini bilmiyor” gibi mahalle dedikoduları düzeyinde üretilen mazeretler, bu topluma güvensizliğin göstergesinden başka bir şey değildir. Sonuçta ‘evet’ de, ‘hayır’ da bireylerin iradesinin bir göstergesidir. Önemli olan, eşit ve hakkaniyetli bir seçim ortamının oluşturulmasıdır. Türkiye’nin siyasi tarihinde bugüne kadar en tartışmasız yürüyen işlerden birisi sandıktır. Ve AK Parti’nin de siyasi yürüyüşünde en hassas olduğu konu budur. Yani endişeye mahal yok...