16 Nisan referandum tarihi yaklaştıkça ‘evet’ ve ‘hayır’ ekseninde keskinleşen siyasal tartışmalar, toplumdaki gerilim katsayısını da haliyle biraz yükseltmiş bulunuyor. Bu durumu illa da gerilim ve kutuplaşma artıyor diye yorumlamak çok doğru bir yaklaşım olmaz. Normal seçim süreçlerinde de siyasal tartışmaların tansiyonu her zaman yüksek olmuştur, muhtemelen bundan sonraki seçimlerde de aynı şekilde yükselecektir.
Eğer referandum yarışını ‘vatanseverlik’ ya da ‘hainlik’ gibi son derece tehlikeli bir mecraya sürüklemeden demokratik bir iklimde tartışmayı başarabilirsek aslında kutuplaşma ve gerilim endişemiz de olmayacaktır. Dünyanın bütün demokratik ülkelerinde benzer referandumlar, seçimler olur ve sonunda birileri kazanır, birileri de kaybeder. Bizde de olacak olan budur, ama ne hikmetse bu halk oylamasını adeta bir vatan müdafaasına dönüştürmüş bulunuyoruz.
Sonuçta 16 Nisan bir vatanseverlik testi değil, millet iradesinin tecelli ettiği bir gün olacaktır. Sonuç ne olursa olsun 17 Nisan sabahı aynı havayı teneffüs etmeye, aynı hedeflere yürümeye ve en önemlisi de birlikte yaşamaya devam edeceğiz.
***
Eğer siyasi tarihimizdeki tecrübelere biraz daha yakından bakmayı denersek, pek çok seçimde farklı siyasal tercihlerde bulunduğumuz halde birbirimizin vatan sevgisini test etmek gibi bir garabeti yaşamadığımızı rahatlıkla görebiliriz. Dolayısıyla bugün tercihlerimiz üzerinden boş yere birbirimizi hırpalayarak birlikte yaşama arzumuzu zaafa uğratacak bir cedelleşme içine girmek hiçbirimizin yararına olmayacaktır.
Kanaatim odur ki; bu sistem tartışmasını ta işin başından itibaren yanlış bir bağlamda tartışıyoruz. Biliyoruz ki başkanlık sistemi de, parlamenter sistem de özünde demokrasi içinde bir yönetim modelidir. Denebilir ki, 16 Nisan’da oylanacak olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin dünyadaki başkanlık sistemleriyle uzaktan yakından bir alakası yok ve bu sadece Türkiye’ye has bir modeldir. Doğrudur, ama parlamentodan geçen yasa budur, deneyip göreceğiz. Muhtemelen uygulamada çıkan sıkıntılar önümüzdeki on yıllar boyunca tartışılacak ve daha mükemmeline ulaşmak için yeni modeller aramak durumunda kalacağız. Keşke daha mükemmel bir başkanlık modeli konusunda konsensüs sağlayabilseydik... Gerçek şu ki, şimdilik yapabildiğimiz bundan ibarettir.
Ayrıca teorik çerçevenin dışından baktığımızda, parlamenter sistemin olduğu gibi başkanlık sisteminin de güçlü ve zayıf yanları vardır, olması da doğaldır. Nitekim değerli anayasacı Prof. Dr. Kemal Gözler ‘Anayasa Hukukunun Genel Teorisi’ kitabında, başkanlık sisteminin güçlü ve zayıf yanları konusunda şu önemli tespitlerde bulunuyor: “Güçlü ve zayıf yanlar, her ülkenin kendi siyasal ve sosyal koşullarına (siyasal parti sistemi, siyasal kültür, sosyal bölünmüşlük, vs.) bağlıdır. Bir ülkede başkanlık sisteminin güçlü yanları ortaya çıkarken, bir başka ülkede başkanlık sisteminin zayıf yanlarının ortaya çıkması mümkündür. Yani başkanlık sistemi, bir ülkede başarılı olurken, bir başka ülkede başarısız olabilir.”
***
Ancak bütün bunların ötesinde, hangi sistemi getirirsek getirelim esas sormamız gereken; gerçekten erdemli bir yönetim modeli ortaya koyabilecek miyiz? En mükemmel sistemi de getirsek, eğer ‘erdemli bir yönetim’ modeli oluşturamazsak sonsuza dek sistem tartışmalarından kurtulamayacağız demektir.
İslam dünyasının büyük filozoflarından İbn Rüşt’ün, Platon’un ‘Devlet’ kitabının bir bakıma yorumu niteliğinde olan “Kitab Siyaset li Eflatun” adlı eserinde günümüzdeki tartışmalara da ışık tutacak olan şu ifadelerinin altını çizmek gerekiyor:
“Platon erdemli bir yönetimin, şan ve şeref yönetimine, yetkin bir kimsenin şan ve şeref adamına nasıl dönüştüğünü izah etmiştir. Bu ise Arapların ilk dönemlerinde olup bitenlere benzemektedir. Şöyle ki erdemli yönetimi örnek almışlardı. (İbn Rüşt Dört Halife dönemini erdemli yönetim modeli olarak görmektedir) Sonradan Muaviye geldiğinde yönetim tarzı şan ve şerefi esas alan bir yapıya dönüştü. Bu ise günümüzde Endülüs’te yürürlükte olan yönetim biçimine benzemektedir.”
Galiba İslam toplumlarının yaşadığı temel problemler hiç değişmiyor.