Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hafta sonu Samsun’da yaptığı konuşmada “Emir alan değil, emir veren bir ülke olduk” sözlerini duyunca sevinsem mi üzülsem mi bir türlü karar veremedim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadeleri aynın şöyle: “Bir yandan tarihimizin en büyük kalkınma ve demokrasi hamlesini başlattık. Bir yandan da kurulan sinsi senaryoları bir bir yırtıp attık. Gelişmiş ülkelerin bile gıpta ile baktıkları bir hizmet altyapısı kurduk. Türkiye artık emir alan değil, emir veren bir ülke.”
“Emir veren ülke” ifadesi cümlede çok fiyakalı duruyor, eğer kendinizi kaptırırsanız uçuşa geçer hamasetin dibini bulursunuz. Ama yolun bir yerinde hamaset rüzgarı bitince yere çakılırsınız.
Ayrıca bu ‘emir alan, emir veren ülke’ tanımlarının uluslararası ilişkilerde artık bir karşılığının olmadığının da altını çizmek gerekiyor.
Kuşkusuz özellikle İslamcı kesimlerin ve solcuların hala bu retorik üzerinden siyaset yapıyor olmaları, Türkiye adına gerçekten talihsiz bir durum. Çerçeveyi biraz daha genişlettiğimizde bütün Müslüman ülkelerin de aynı retorik hastalığı ile malul durumda olduğunu görürüz.
Varsayalım ki biz artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da belirttiği gibi bütün dünyaya emir veriyoruz ve kimseden de emir almıyoruz. Emir verme meselesini daha net anlayabilmek için sahadan somut örnekler vermekte yarar var.
Mesela, Rusya İdlip’de 33 askerimizi şehit ettiğinde, cumhurbaşkanı dahil tek bir yetkili çıkıp Putin’e hesap soran bir cümle bile kuramamıştı.
Şimdi bu olayda Rusya’ya emir mi vermiş oluyoruz?
Malum Birleşik Arap Emirliklerini 15 Temmuz darbe girişiminin sponsoru olarak ilan ettik, meydanlarda siyaset diline yakışmayan kelimelerle saydırdık. Ama devran döndü, paramız bitti, BAE Emirini ‘kardeşim’ diye kucaklayıp yeşil dolarları garantiledik.
Herhalde bu olay da ‘emir veren ülke’ olmamızın en somut göstergelerinden birisi olsa gerek!
Ve tabii en çarpıcı örnek Suudi Arabistan… Bilindiği gibi Suudi prensi Kaşıkçı’yı İstanbul’da öldürttüğünde, iktidar ve medya tayfası yeri göğü inletmiş ve Selman’ı ‘katil’ ilen etmişti. Ama biz emir alan bir ülke olmadığımız(!) için sonunda Prens Selman’ın muhterem(!) bir zat olduğuna ikna olduk ve ‘Kardeşim Selman’la kucaklaşmaya karar verdik. Üstelik yargının elindeki suç dosyalarını da Selman kardeşimize teslim ettik… Ama sonunda ödülü de kaptık, 10 milyar dolar…
Emir veren ülke olmanın keyfide başka oluyor!..
Her ne kadar para gelmeyecek olsa da Mısır ve İsrail’i de ‘emir verdiğimiz ülkeler’ çerçevesi içine almamız gerekiyor herhalde. Malum darbeci Sisi AK Parti’nin en önemli seçim argümanlarından birisiydi. 2019’da tekrarlanan İstanbul seçimi öncesinde “Sisiye mi, Binali Bey’e mi oy vereceksiniz” gibi fantastik söylemlerle Sisi’yi kötülüğün zirvesi olarak göstermişti.
Ama bu kez de devran çok kötü döndü ve meydanları inlettiğimiz “Rabia”yı arka cebimize saklayarak Sisi’nin elinin üzerine elimizi koymayı başardık, çünkü biz emir alan değil emir veren ülkeyiz!..
Emir alan ve emir veren ülke tanımının uluslararası ilişkilerde çok da geçerli bir kavram olmadığını bilmekle birlikte, yine de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘emir veren ülkeyiz’ sözlerinden bir an için doğrusu mutlu olmak isterdim.
Ama ne yazık ki yaşadığımız örnekler bunun doğru olmadığını gösteriyor. Maalesef Türkiye şu anda hukuk devleti olma özelliğini kaybettiği için ekonomi dahil her alanda derin bir çöküş yaşıyor. Ülkeye yabancı yatırım gelmiyor, dış dünyadan döviz bazında yüksek faizle bile kredi bulamıyoruz.
Bu yüzden de trajik bir durum ama meydanlarda ağır sözlerle parmak salladığımız ülkelerin kapılarına gidip, kelimenin tam anlamıyla avuç açarak para bulmaya çalışıyoruz.
“Emir alan, emir veren ülke” kavramını şu anda yaşadığımız talihsiz görüntü ile okuduğumuzda, doğrusu hüzün verici bir fotoğraf ortaya çıkıyor.
Her ne kadar, “Biz artık dünyaya emir veriyoruz, herkes bize gıpta ile bakıyor” diye seçim meydanlarında övünmeye devam etsek de halihazırda yaşanan gerçekler başka bir hikayeye işaret ediyor. Ve bu hikayenin başlığı: Para için her şeye razıyız…