Şu günlerde John Sutherland’ın Alfa yayınlarından çıkan ‘Edebiyatın Kısa Tarihi’ni okuyorum. Son derece zihin açıcı bir kitap. Edebiyatın hayatımızdaki önemini anlamak için, yazarın birinci bölümdeki şu cümlelerinin altını çizerek başlamakta yarar var: “Evde, okulda, arkadaşlarımızdan ve daha bilge ve zeki kişilerden bir sürü şey öğrenebiliriz. Ama bildiğimiz en kıymetli şeylerin birçoğu, okuduğumuz edebiyattan gelir. İyi okursak, kendi dönemimizin ve geçmişin en yaratıcı zihinleriyle sohbet etmiş oluruz.”
***
Harflerin ve kelimelerin uyumuyla yarattığımız edebiyat metinleri, yaşadığımız dünyayı ifade etme, yorumlama ve anlamlandırma da en mükemmel araçtır.
İlk çağlardan bu yana ademoğlu, avcı-toplayıcı dönemler dahil hemen her dönemde kendini ifade etmek üzere kullandığı sözcüklerle tarih içinde sayısız metinler oluşturmuş ve bir bakıma tarihin tanıklığını günümüze taşımıştır.
İnsanlık macerasının tarih içindeki seyrini izlediğimizde ademoğlunun ilk dönemlerde sözlü, sonrasında yazılı olarak yarattığı edebi metinler ‘mit’ler ve destanlar olarak hayat bulmuşlardır. John Sutherland, mitlerin insanların dünyadan anlam çıkarmasının bir yolu olduğunu söyler. Çünkü mitler, insan olarak bizim kim olduğumuzun da bir parçasıdır.
Farklı medeniyetlerde yaratılan destanlar ise, yüzyıllardır insanlığın hafızasını besleyen büyük edebi eserlerdir. Ve çağlar boyunca varlığını koruyan en eski destan, M.Ö. 2000’e kadar gerilere uzanan ve Mezopotamya topraklarında ortaya çıkmış Gılgamış’tır. Bu coğrafyayı ‘bereketli hilal’ olarak tanımlayan Sutherland bu bölge “Aynı zamanda ilk buğdayın ekildiği ve insanlığın avcı-toplayıcı yaşam tarzından tarım toplumuna doğru büyük bir hamle yapabildiği yerdir. Bu da şehirleri ve dolayısıyla bizi mümkün kılmıştır” der.
Biliyoruz ki destanlar, kahramanlık anlatılarıyla temel idealleri anlatır ve aynı zamanda ulusların doğuşuna işaret eder. Eğer destanlar olmasaydı, Avrupalı ulusların bugünkü modern dünyası belki de hiç varolmayacaktı...
Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını düşünün, İlyada Truvalı Helen ve yakışıklı prens Paris arasında yaşanan bir aşk hikayesidir. Ama esas itibariyle gelişen iki şehir devletinin çatışmasıdır. Sutherland diyor ki: “Yunanistan’ın küllerinden doğabilmesi için Truva alev alev yanar. Bunun tersi olsaydı, dünya tarihi çok farklı olurdu. Yunan trajedyaları olmazdı; bazılarına göre Yunanca bir sözcük olan demokrasi de olmazdı. Bütün hayat felsefemiz farklı olurdu.” Galiba modern demokrasinin yaratılmasında destanların önemli bir payının olduğunu söylemek gerekiyor.
***
Tarihsel perspektiften bakıldığında, büyük medeniyetlerin büyük destanları olduğu muhakkak. Mesela Gılgamış destanı Mezopotamya’da, Odysseia Antik Yunan’da, Mahabbarata Hindistan’da, Beowulf İngiltere’de, Roland’ın şarkısı Fransa’da, El Cid İspanya’da, İlahi Komedya İtalya’da ortaya çıkmıştır.
Evet mitler, destanlar, trajedyalar insanlığın yaşadığı kadim macerayı yüzyıllar ötesinden bize ulaştıran muhteşem eserlerdir. Ama daha da önemlisi, bu mükemmel metinler aynı zamanda modern zamanlarda yeni edebiyat eserlerinin yaratılmasına önemli katkı sağlamışlardır.
Belki artık büyük destanlar yaratılamayacak ama kendimizi ifade etmemizi ve hayatı anlamamızı sağlayacak büyük şiirler, romanlar, hikayeler ve tiyatro eserleri her zaman varolmaya devam edecek. Herhalde sanatın, edebiyatın olmadığı ya da sesinin kısıldığı bir dünya tatsız-tuzsuz bir dünya olurdu...