Halil Cibran diyor ki: “Günlerini düşler krallığında geçirmeyenler, günlerin kölesi olur.” Galiba karantina günlerinde en büyük tesellimiz düşler ülkesinde uzun yolculuklara çıkmak...
Herkesin acılarına çare olamayız belki, ama en azından rüyalarına eşlik edebiliriz, baharın gelişini göremeyenlerin düşlerini alıp şiirin geniş bahçelerine götürebiliriz mesela...
Umutlarını kaybedenleri yeterince teselli edemeyiz belki, ama en azından kırgınlıklarına eşlik edip yüreklerini Borges’in “Düş” şiirine götürebiliriz.
/Gece yarısı saatleri saçıp savururken
Bereketli zamanı,
Daha da ötelere gideceğim Ulises’in yoldaşlarından,
İnsan belleğinin ulaşamadığı
Düşler ülkesine./
Bazen “Söz’’ün, aşkın ve umudun bittiği karantina günlerinde alıp başımı gidemediğim için kendime kırılsam mı, üzülsem mi bilemiyorum. Nisan yağmurlarının sokakları aceleyle terkettiği, avuçlarında kıpır kıpır yıldızlarla dolunayın camlarda dans ettiği saatlerde, ayrılığın kollarında uçup gidemiyorum uzaklara... Kopamıyorum bu “gidemeyenlerin ülkesi”nden... Açıp penceremi, Cahit Külebi’nin dizeleriyle bir kez daha kalbime geri dönüyorum:
/her akşam bulutlar
bilmez telaşımı
her akşam bulutlar
belki de haziran
bulacak naaşımı
belki de haziran
bir gün geleceğim
alıp şu başımı
bir gün geleceğim/
Hayatımıza karantina kabusunun çöktüğü bugünlerde baharın müjdecisi çiğdemlere de, Mart’tan Nisan’a emanet edilen kardelenlere de veda etmek zorundayım artık. “Düşler krallığı” ise çok uzaklarda kaldı. Oysa ben hep Nisanlarda isyankar oldum, bütün sırlarımı nisanlara sakladım, “aşk”la korundum bütün belalardan...
Kendi yurdunda hayalleri her gün biraz daha solanları, “gidemeyenleri” hep uzaktan selamladım.
Keşke bu baharın sonu hicranla bitmese, aşkın ve umudun mevsimi hiç geçmese.
Nisan bizi coşkuyla karşılamadığı için müthiş bir sessizliğin içine yuvarlanıyoruz. Bu yüzden umutlarını kaybedenler sonbahara daha yakın şimdi...
O sessizlik, gözyaşlarının, feryatların yanıbaşından geçiyor...
O sessizlik, ruhların dağların tepesinden uçurumların dibine yuvarlanmasını seyrediyor...
Nisan yanıbaşımızda ama sevince dokunamıyoruz, sanki sonbahardan kalma bölük pörçük yapraklar gibi solgun, yorgun ve yalnızız...
Günahlarımız ağırlaştıkça, su başlarını tutmuş devlerin ihanetine kilitleniyor bileklerimiz... Sadakatin ihanete ram olduğu bir “utanç denizi”nde, katillerle kolkola meçhul bir finale doğru akıyoruz. Ve aşkın mavisi her gün biraz daha soluyor...
Ama biliyoruz ki, aşksız da, umutsuz da yaşanmaz. Bir gün gelecek, “Paris-Teksas” filminin Travis’i gibi düşlerimizi kaybettiğimiz hüzünlü istasyonlarda yeniden bulacağız. Nereye doğru olduğunu bir türlü kestiremediğimiz bu kederli yolculuğun en mahzun istasyonunda, kendimizle ve en kalabalık şiirlerimizle buluşacağız.
Şimdi karantina sabahlarında kanımıza yeni isyan satırları karıştıran taze nisan yağmurları çalıyor kapımızı. Ve gökkuşağının ufuk çizgisiyle buluştuğu noktada yaralarımızı unutup, çığlık çığlığa baharı karşılamak istiyoruz, ama bütün kapılar üstümüze kapanıyor.
Hoş geldin nisan, hoş geldin bahar, aşk bizi unutma...