Türkiye uzun süredir dış politikada müthiş bir savrulma yaşıyor. Cumhuriyet’in en temel tercihlerinden birisi olan Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci, son yıllarda biraz Avrupa’nın, ağırlıklı olarak da Türkiye’nin dış politikada yaşadığı savrulmalarının sonucu olarak buz dolabına kaldırılmış durumda. AB’nin zaman zaman Türkiye’ye karşı sergilediği duyarsızlıkları eleştirebiliriz, ama bu meselenin bir de Türkiye boyutu var. Bu çerçevede Ankara’nın da taahhütlerini yerine getirdiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Elbette Türkiye’nin özellikle 15 Temmuz gibi bir bela ile uğraşmasından kaynaklanan haklı gerekçeleri olabilir. Ancak bu, demokratik kriterleri ilanihaye askıya almayı gerektirecek bir mazeret de olamaz.
Bugün geldiğimiz nokta AB çıpasının Türkiye için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş bulunuyor. Epey bir süredir Avrupa Birliği’ne meydan okuyoruz, buna karşılık da Trump ve Putin’le geliştirdiğimiz dostluk üzerinden bir dış politika inşa etmeye çalışıyoruz. Elbette Türkiye’nin çıkarları ekseninde ABD ve Rusya ile ilişkilerimizi geliştirmek ve hatta çeşitlendirmek durumundayız. Zira dış politikada yumurtaları aynı sepete koymanın rasyonel bir politika olduğunu söyleyemeyiz.
Ancak Türkiye için rasyonel olan, AB çıpasıdır. Çünkü hala en önemli ticari ve siyasi partnerimiz Avrupa ülkeleridir. Tarihsel süreç içinde zaman zaman inişli çıkışlı dönemler yaşanmış olmasına rağmen, ayağımızı sağlam basabileceğimiz tek zemin demokratik dünyadır. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, AK Parti iktidarının en prestijli dönemi, Avrupa Birliği ile ilişkilerin düzgün işlediği yıllardır. Avrupa ile ilişkileri düzgün yürüyen bir Türkiye’nin hem Arap sokağında sahici bir karşılığı olur, hem de ABD-Rusya ilişkileri daha rasyonel bir zeminde ilerler.
İşte Putin’le dostluğumuzun geldiği nokta ortada... Yaklaşık iki yıldır Rusya ile yürüttüğümüz Astana ve Soçi süreçlerinin sonunda Putin masayı tekmeleyerek her şeyi yerle bir etti. Aslında buna hiç şaşırmadık, zira Putin başından beri Esad rejiminin alanını genişletmek için bir oyun kuruyordu ve şimdi oyunun sonuna geldik, o kadar...
Kuşkusuz burada esas dramatik olan, usta bir şekilde “Suriye’nin toprak bütünlüğü” gerekçesine bizi de ortak ederek planını rahatlıkla yürütmesidir. Şimdi Türkiye’nin çıkıp “Biz böyle konuşmamıştık” deme hakkı yok, çünkü “toprak bütünlüğü” meselesi, doğal olarak oyuna sonradan dahil olanların oyundan çıkmasını gerektirmektedir. Unutmayalım, Rusya ve İran Esad’ın çağrısı üzerine Suriye’de bulunuyorlar. Bu yüzden de Türkiye’nin uluslararası hukuk anlamında eli güçlü değil. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Makron’un son NATO toplantısında söyledikleri dikkat çekicidir: “Türkiye hem Suriye’de oldu bittiyle operasyon düzenleyip, hem de NATO müttefiklerinden dayanışma beklememeli.”
Maalesef dış politikada eksen kaymasının sonucunda oluşan “değerli yalnızlığımız”da yolun sonuna geldik. Bundan sonra ya stratejik perspektif açısından en rasyonel partnerimiz olan Avrupa ile ilişkilerimizi daha da derinleştirerek yürüyeceğiz, ya da Rusya’nın Esad’ı ihya politikaları karşısında hayıflanmaya devam edeceğiz. Çünkü Putin’in Suriye konusundaki tavrı son derece net; Esad’ın önündeki engelleri sonuna dek kaldırmak... Bu çerçevede Putin-Esad ortaklığının İdlip’teki temizlik harekatı tıkır tıkır işliyor, buna Türkiye’ye bedel ödetmek de dahil... Nitekim, Rusya ve rejim güçleri İdlip’te Türk konvoyunu bombalayarak 7’si asker 8 vatandaşımızı şehit etti ve şu ana kadar özür dileme gereği bile duymadılar.
Gelişmeler gösteriyor ki 8 şehidimize rağmen, Astana sürecinden ayrılmamız sanıldığı kadar öyle kolay bir iş değil. Bilindiği gibi Rusya ve rejim güçlerinin İdlip’teki katliamlarından sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 29 Ocak’ta “Astana süreci bitmiştir” açıklamasını yaptı ve iki gün önce Türk konvoyuna saldırdılar. Şimdi, dışişleri bakanlığı “Astana süreci bitmedi, yara aldı” açıklamasını yapıyor. Yani, Esad bütün Suriye’de ayağa kalkana kadar Astana’ya devam...