Sanayi devriminin her alanda yarattığı değişimlerin hukuk sisteminde de yansımaları olduğu muhakkak. Geleneksel toplumlarda hukuk, toplumsal düzenin bir parçasıyken modern toplumlarda evrensel normlara kavuşmuştur. Daha açık bir ifadeyle Ortaçağ döneminin siyasal ve ekonomik yapıları değiştikçe, buna paralel olarak hukuk sisteminin yapısı da değişmiştir.
Esas itibariyle modern toplumlarda bireyin hak ve yükümlülüklerinin ‘sözleşmeye’ dayalı hale gelmesiyle birlikte hukuk sistemi kurumsal bir hüviyet kazanmış ve bağımsız yargının önü açılmıştır.
Bugün İslam hukuku olarak tanımlanan yapı, hicretten ancak iki asır sonra kitabi hale dönüşmüştür. Ve özellikle altını çizmek gerekirse bu yapı, sistemsel bir hüviyet kazanmış yasama organına değil, daha çok İslam bilginlerinin eserlerine dayandırılmıştır. Özü itibariyle de sistemin beslendiği kaynaklar Kur’an, Sünnet ve içtihatlardır. Ancak bu ‘İslam hukuku’ kavramı, doğrudan Kur’an ve Sünnetin vücut bulmuş hali değil, temel ilkeler ışığında Müslüman dünyanın bilgi ve tecrübeleriyle oluşmuş bir hukuki yapıyı ifade eder.
İşte tam da bu açıdan bakıldığında Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun ifadesiyle “Osmanlı hukuku İslam hukukunun bir açılımı olarak değerlendirilebilir.” (Osmanlı Hukukunun Şer’iliği Üzerine)
Hemen ifade etmek gerekiyor ki Osmanlı tümüyle Şeriat sistemi inşa etmiş bir devlet değildir. Çünkü İslam hukuku daha çok özel alanda uygulanmış, kamusal hayat devlet otoritesi tarafından örfi hukuka göre düzenlenmiştir. Ayrıca farklı dinlere mensup toplulukların kendi hukuklarının oluşu, Osmanlıyı çok dinli bir devlet olarak ortaya çıkarmıştır.
Erken dönem Osmanlı hukukuyla ilgili metinler dikkate alındığında birçok alanlarda olduğu gibi hukuk alanında da II. Mehmet döneminin bir sıçrama noktasına tekabül ettiği söylenebilir. Fatih Dönemi ise kurumlaşma/ kanunlaşma/devletleşme' bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlı özellikle 16. Yüzyılın sonlarına kadar çağdaşlarıyla kıyaslanarak değerlendirildiğinde, hukuki anlamda daha avantajlı bir konuda olduğu söylenebilir.
Ancak Abdülhamit’le birlikte hukuk ve özellikle de yönetim modeli anlamında ciddi bir kırılma yaşamıştır. Her ne kadar Abdülhamit işin başında bizzat daha yenilikçi bir anayasayı desteklediğini açıkça beyan etmiş olsa da, süreç içinde çeşitli komiteler ve kurullarda anayasa büyük ölçüde budanmış ve sonunda Abdülhamit’e sınırsız yetkiler veren bir anayasa ortaya çıkmıştır.
23 Aralık 1876’da Abdülhamit tarafından imzalanan anayasa, sultana ve hükümetine mutlak bir güç aktararak, çok az gücü olan, daima hükümdarın iradesine tabi olan ve istenildiği zaman ortadan kaldırılabilecek (ki kısa süre sonra bu da olmuştur) bir ulusal meclis oluşturuldu. (İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, Sami Zubaida, s.217)
Ancak Abdülhamid döneminin ürettiği en talihsiz sonuç; dinin bir devlet ideolojisi haline dönüştürülmesidir. Değerli tarih bilimcimiz Selim Deringil’in “İktidar Sembolleri ve İdeolojileri İkinci Abdülhamid Dönemi” kitabında “Şeriat’ın Osmanlılaştırılması” tanımlamasının altını çizen Sami Zubadia, “Dinin ulus devlet ideolojisi olarak modern bir araç haline getirilmesi ve onun iç ve dış muhaliflere karşı bir silah olarak kullanılması, sistematik olarak Abdülhamid’in hükümdarlığında başlamıştır” diyor.
Maalesef hükümdara ve devlete mutlak itaatin sağlanması için dinin devlet kontrolüne alınarak millileştirilmesi, toplumdaki farklılıkları keskinleştiren, muhalefeti şeytanlaştıran bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Kabul etmek gerekiyor ki Sünni siyasi düşüncenin arka planında da totalitarizmi besleyen kültürel bir iklim bulunmaktadır. Oysa dört halife döneminde “Şura” ilkesinin hayata geçirilmesinde Ehlü’l-Hall ve’l Akd esas alınmış ve mümkün olduğunca toplumun büyük bir kesimini temsil etmesi öngörülmüştü. Ancak sonrasında Sünni ulemanın tam mubakatı olmasa da “Ehlü’l-Hall ve’l Akd kurumunu pasifleştirip üye sayısının alabildiğince az sayıya indirilmesi ve toplumun iradesine bakmaksızın ‘veliahtlık’ ve zorbalık yolu ile yönetimin ele geçirilmesine onay verilmesi ile birlikte, hiçbir şekilde ‘şura’ prensibine yer vermeyen mutlakıyetçi despot bir tiranlık sisteminin önü açılmış ve ‘yöneticinin hatasız olduğu ve her konuda itaat edilmesi gerektiği’ düşüncesi fiili olarak neredeyse benimsenmiştir.” (Ahmet El-Katip, Demokratik Hilafete Doğru, s.233)
Görüldüğü gibi tarihsel süreç içinde dinin sultanların, padişahların elinde ideolojik bir araç haline dönüştürülmesi, Müslüman dünya açısından hep negatif sonuçlar üretmiştir.