Zira biliyoruz ki gerçek anlamda bir kültürel özgürleşme, aynı zamanda kültürel kaynakların genişletilip zenginleştirilmesini ve taklitten kurtarılmasını gerektirmektedir.
Özellikle modern dönemin İslamcı aydınları, ‘kültürel özgürleşmeyi’ Batı kültürünü toptan reddetme bağlamında değerlendirdikleri için kültürel çeşitliliğe kapılarını kapatmış ve bir bakıma ayrıntılarda boğulmayı tercih etmişlerdir.
Doğal olarak böyle bir tercih Müslüman toplumları daha da içine kapatarak hem dinin insana sağladığı özgürlük alanını daraltmış, hem de dini otoriter yönetimlerin kullanımına açık hale getirmiştir. Muhammed Hamid el- Ahmeri’nin bu konudaki şu tespiti son derece önemlidir: “Dinler aslında bir özgürlük kaynağıdırlar. Ancak çağlar boyunca despot liderler dinleri, kendilerine hizmet etmeye ve insanlara boyun eğdirmeye elverişli hale gelsinler diye, yıkmaya, bozmaya çalıştılar. Dinden yeni bir gardiyan türü icat etmeye çalıştılar. Aynı şekilde kültürü de ondan daha sıkıcı bir gardiyana dönüştürdüler.” (Aliya’da Özgürlük ve Sanat, s.66)
Sonrasında Batı dünyasında Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte yeni bilimsel ve teknolojik devrimler gerçekleştirildi ve doğal olarak insan aklı özgürlüğe açık hale geldi. Ancak talihsizlik o ki dünyadaki otoriter liderler özellikle de Müslüman toplumlardaki despot liderler, bu yeni bilimsel ve teknolojik gelişmeleri insanların hayatını zindana çevirmede ve onları esaret altına almada bir araç haline dönüştürdüler.
Maalesef Müslüman toplumların liderleri, her gün küfrettikleri Batı’nın yeni icatları ve buluşlarını kendi otoriter yönetimlerini tahkim etmek için kullanmakta bir beis görmediler.
Doğal olarak bu otoriter anlayış yüzünden, Müslüman dünyada akıl ve bilim giderek geriye çekilmiş bunun sonucu olarak da geniş halk kitleleri bir takım yetersiz hocaların, şeyhlerin ve merdiven altı tarikatların insafına terk edilmiştir.
Kabul etmek gerekiyor ki dinin özünün kaybolduğu ortamlarda gardiyan kültürünün toplumu teslim alması kaçınılmaz hale gelmektedir. Bugün Müslüman ülkelerde yaşanan dramatik tablo tam da böyle bir duruma işaret etmektedir.
Hakikatin kaybolduğu bu tür toplumlarda artık kimse akla, bilime, düşünsel aydınlanmaya, yeni bir bilinç inşasına ve tefekküre ihtiyaç duyulmamaktadır.
Şu bir gerçek ki Müslüman toplumlardaki bu akıldan ve bilimden kopuş, sadece Müslüman dünya ile gelişmiş dünya arasındaki uçurumu derinleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kültürel çölleşmeyi de beraberinde getirmiştir.
Kuşkusuz bu kültürel çölleşme, Müslüman dünyadaki toplumsal ve siyasal hayatı aynı kalitesizlikte ortak bir benzeşmeye mahkum etmiş bulunmaktadır. Bu yüzden günümüzün İslam ülkelerinde faaliyette bulunan İslami orijinli partilerle laik partiler benzer siyasal davranışları sergilemekte ve neredeyse aynı dili kullanmaktadırlar. Bu yüzden de “Günümüz dünyasında İslamcılar, milliyetçiler ve komünistler ortak bir hastalıktan mustariptirler. Bu da ‘Biz babalarımızı bir inanç üzerinde bulduk…’ (Zuhruf 43/22) ayetindeki ifadelerin temsil ettiği ve kendilerini bir türlü kurtaramadıkları kültürel miraslarıdır. Bizi kurtaracağı beklentisiyle gelen bu geleneksel bağlılık bizi daha da açmaza soktu, bizi taklitten çıkaracağı yerde daha da taklitçi kıldı, bize anlayış, bilinç ve yeni uygulamalar kazandıracağı yerde bize geçmişin mirasını olduğu gibi aktararak onun gereğince amel etmemizi salık verdi.” (Aliya’da Özgürlük ve Sanat, s.69)
İşte geleneğe sadakati adeta bir din gibi belleyen Müslüman toplumlardaki bu statükocu anlayış, siyaset dahil bütün alanlarda çeşitliliği ve yaratıcılığı öldürdüğü için günün sonunda hemen bütün Müslüman ülkelerin yönetimlerinde herkese parmak sallayan ve itaati kutsallaştıran gardiyan kültürünü egemen hale getirmiş bulunuyor.
Eğer Müslüman toplumlar olarak aklı, bilimi esas alan evrensel hukuk normlarına dayalı bir hukuk inşa edemezsek, ufkumuzu ve zihniyet dünyamızı ışıksız bırakan itaatçi anlayışın dışına çıkarak kültürel özgürleşmeyi de sağlayamayız.