Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki bütün ahlaki ve insani değerler buharlaşıp yok oluyor.
Din adına örnek olması gereken dini bilim insanları, kanaat önderleri ve bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların dinin temel ilkelerinden çok, görsel dindarlığı bir fazilet gibi sunmaları özellikle yeni nesiller nezdinde doğrudan dinin kendisine yönelik sorgulamaları arttırmıştır.
Maalesef Müslüman bir toplumda dinin tartışılır hale gelmesinde tarikatların, cemaatlerin, şeyhlerin, ulemanın ve siyasilerin büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Kuşkusuz yaşanan bu kafa karışıklığında, sorumluluk makamında olanların dini sunum ve anlatım tarzlarının önemli payı olduğu aşikardır. Çünkü günümüz din hocalarının dini anlatış biçimi, ne yazık ki geçmişin klasik mirasını tekrarlamaktan ibarettir.
Bu anlayış yüzündendir ki, memleketimizde camilerin, Kur’an kurslarının, İmam-Hatiplerin sayıları artmakta ama dindarlara güven azalmaktadır.
En tehlikelisi de dinin, siyasetin ve güncel tartışmaların içine itilerek ideolojik kamplaşmaların onay makamı haline dönüştürülmesidir.
Kabul edelim ki dini kullanışlı bir araç haline dönüştüren siyaset erbabından din hocalarına kadar pek çok kesim toplum nezdinde adeta bir din pazarlamacısı olarak algılanmaktadırlar.
İlk bakışta bu algı haksızlık gibi görülebilir, ama ortalığa saçılan perişanlığı görünce hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Çünkü bizim gibi dinin siyasetin emrine verildiği toplumlarda aklın, mantığın, basiretin, ferasetin, ahlakın ve vicdanın yerini hırs, öfke, kin, nefret ve düşmanlık almaktadır.
Çünkü Peygambere bile itaatte, “...İyi ve yararlı işlerde sana karşı gelmeyeceklerine dair biat etmek istediklerinde onların bu biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile” (mümtehine/12) ilkesi konulmuşken, Müslüman toplumlarda kitlelerin adeta bir sürü mantığı ile şeyhe, lidere, partiye sorgusuz sualsiz teslim oluşu dindarlığın gereği olarak anlaşılmaktadır.
Çünkü bu topraklarda, barış dini olan İslam adına konuşan din hocaları, cemaatler, siyasetçiler, sivil toplum örgütleri kaybettikleri evlatları için yüreği yanan annelerin acısını duyacak bir dindarlık bilincine sahip değildirler.
Çünkü bu ülkede; dini vecibelerin gereği olarak namaz kılan, oruç tutan, camiye giden, zaferler için Fetih suresi okuma törenleri düzenleyen dindarlar, hakka-hukuka riayet etme, zulümlere, tecavüzlere, yolsuzluklara, insan hakları ihlallerine, özgürlüklerin kısılmasına karşı çıkmayı aynı şekilde bir dindarlık bilinci olarak görmezler.
Çünkü bu ülkede dindarlar, Kur’an’ın evrensel mesajını, yaşanabilir bir dünya kurma öğütlerini değil, görsel dindarlığı din olarak bellemişlerdir.
Bilelim ki bu dindarlık anlayışıyla, yaşadığımız çağın insanlarına dinin evrensel mesajını ulaştıramayız. Dinin özünün ve ruhunun yitirildiği, bütün kerametin şeyhlerde, liderlerde arandığı bir zihniyet ortamında ahlakın ve dini duyarlığın buharlaşıp yok olması kaçınılmazdır.
İşte bu yüzden özellikle din ulemasının ve bu konuda örnek olması gerekenlerin, modern çağın diliyle yeni bir din anlatımına yönelmeleri zarureti bulunmaktadır. “Şayet dinin özündeki değerler ve korumak istediği amaçlar zedeleniyor, hırpalanıyor, açıkça çiğneniyorsa, bir alimin ‘Şu kitaptaki ifadeye, falanca fakihin kavline, şu mezhebin kuralına...’ diyerek fetva vermesinin ve dini açıklama yapmasının dini örselemekten öte bir anlamı olmaz. Böyle bir İslam anlatımı, muhatapların zihninde ayrıntılarla boğuşan, şekille yetinen, içi boşalmış bir din algısı doğurmakta, yeni nesilleri böyle bir dine karşı mesafeli durmaya sevk etmektedir.” (Ali Bardakoğlu, İslam’ı Doğru Anlıyor muyuz?, s.60)