14/28 Mayıs seçimleri sonrasında özellikle muhalefet cephesinde siyasetin nabzının atmadığını ve adeta yoğun bakım hali yaşadığını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.
Çünkü muhalefet kaybetti ve şu ana kadar hiçbir muhalefet partisi bir iç muhasebe yaparak seçmenlerine hesap verme ihtiyacı hissetmedi. Bu konuda değişik mecralarda çok sayıda tartışmalar, analizler yapıldı ama meselenin sosyolojik, hatta ideolojik boyutuna ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapılmadı.
Oysa dindar-muhafazakar kesimlerin muhalefete neden oy vermediğinin tartışılması gerekiyor. Bir başka deyişle, yüzde 80’lere varan enflasyona ve yaşanan derin yoksulluğa rağmen, özellikle muhafazakarların neden AK Parti’den vazgeçmediği…
Kuşkusuz pek çok sebep sıralanabilir. Birincisi, bu kesimlerin CHP’ye oy vermeye ellerinin gitmediği muhakkak, ikincisi ise ittifak içindeki muhafazakar-sağ partilerin, dindar kesimleri ikna edecek güçlü bir alternatif oluşturamamaları… Her iki sebep de hayati bir öneme sahip ve seçim sonuçlarını önemli ölçüde belirlediği de bir gerçek.
İyi güzel de meselenin ayrıca dindar-muhafazakar kesimleri ilgilendiren ahlaki bir boyutu yok mu?
İşte tam da bu bağlamda, 22 yıllık AK Parti iktidarı döneminde yaşanan ahlaki çürüme ve yozlaşma konusunda bu dindar mahallenin nasıl bir tavır sergilediğine özellikle bakmak gerektiği kanaatindeyim.
Eğer bu değerlendirmeyi yapamazsak, muhalefetin neden kaybettiğini de doğru analiz edemeyiz.
Düşünün ki dindar-muhafazakar iddiaları olan bir iktidar döneminde derin bir yoksulluk yaşanıyor, adaletin terazisi doğru tartmıyor, yargının üzerinde ağır bir siyaset gölgesi var, özgürlükler konusunda nefes almak zorlaşmış durumda, yolsuzluklar neredeyse devletin bütün kurumlarına sirayet etmiş ama muhafazakar camiadan en küçük bir itiraz sesi bile yükselmiyor.
Peki ne oldu bu dindar-muhafazakar vakıfların, derneklerin, kanaat önderlerinin var olduğunu sandığımız dini hassasiyetlerine, hafızalarını mı kaybettiler, yoksa devletin eteğine yapışınca dinin temel önerilerinin geçersiz olduğuna mı karar verdiler?
Bu çerçevede, geçtiğimiz günlerde Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun Serbestiyet.com sitesinde, bizim mahallenin halihazırdaki fotoğrafını entelektüel bir dille analiz eden kapsamlı bir röportajı yayınlandı. Davutoğlu’nun siyasi performansını eleştirebiliriz, hatta siyasi düşüncelerine katılmayabiliriz ama unutmayalım ki o bir bilim insanı ve iyi bir entelektüel.
Mesela şu değerlendirmelerine kim itiraz edebilir ki: “Bizi esas hayal kırıklığına uğratanlar iki yüzyıllık zihni ve sosyal birikim üzerine oturan bir iktidarı sürdürebilmek için bütün o birikimin zihnî ve insanî mirasının tarumar edilmesine sessiz kalan kanaat önderleri, ilim adamları, aydınlar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşlarının nihai kertede değer ve ilke odaklı değil güç-odaklı bir tavır takınmış olmalarıdır.”
Davutoğlu’nun, muhafazakarların ahlaki değerleri bugün neyle takas ettiklerini ifade ederken söylediği cümleler daha da çarpıcı: “Bir kesim de iktidar nimetlerinden istifade edenlerdir ki, bunların muhafaza etmeye çalıştığı şeyler ‘değerler’ değil ‘çıkarlar’dır. Onlar ‘güç muhafazakârları’dırlar. Muhafazakâr değerlerle ilişkileri istismarla sınırlıdır.”
Hemen belirtmekte yarar var, bu değerlendirmelerin muhatabı kendi işleri-güçleriyle uğraşan sade vatandaşlar değil, yıllardır belli idealleri dillendiren, İslami değerler çerçevesinde bir dünya tasarımı bulunan o 1970’li, 80’li, 90’lı yılların hızlı İslamcıları, entelektüelleri ve de okumuş yazmışlarıdır…
Ama şimdi görüyoruz ki bütün İslamcılık ve entelektüellik numaraları sadece dönemsel bir hevesten ibaretmiş.
Bütün bu değerlendirmelerin sıhhati açısından bir gerçeğin altını çizmekte yarar var, bugün itiraz ettiğimiz, eleştirdiğimiz meseleler sadece bir iktidar bağlamında değerlendirilmemelidir. Zira biliyoruz ki siyasi partiler iktidara gelirler, başarılı olurlar ya da olamazlar, doğal olarak bunun değerlendirmesini de sandıkta millet yapar. Nitekim AK Parti, özellikle son beş yıldaki başarısız icraatlarına rağmen milletten yeniden onay almayı başardı, muhalefetse başaramadı, buna da kimsenin bir itirazı olamaz.
Esas mesele, dindarlık iddiasında olan aydınların, bilim insanlarının, kanaat önderlerinin, sivil toplum oluşumlarının hangi iktidar olursa olsun hukuk, adalet, liyakat istikametinde vicdanlarını hiçbir iktidara ya da başka güçlere ipoteklemeden her zaman seslerini yükseltebilmeleridir. Maalesef bugün Türkiye’de dindar ve muhafazakarlar iyi bir sınav vermiyorlar, bu yüzden de ağır bir vebal altındalar.