Geçtiğimiz günlerde ‘Perspektif’ sitesinde, Kanada Simon Fraser Üniversitesi Beşeri Bilimler Enstitüsü Direktörü Doç. Samir Gandesha’nın 'Posthuman Faşizm' adlı bir makalesi yayınlandı.
Makaledeki “faşizmin hayaleti 20. Yüzyılda mezarından kaçtı” cümlesini okurken kelimenin tam anlamıyla irkildiğimi itiraf etmeliyim.
Gandesha’nın şu cümleleri, 21. Yüzyılda nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğumuzu çok net bir şekilde ortaya koyuyor: “Geçtiğimiz onlarca yılda değilse de son birkaç yılda, faşizmin hayaleti 20. yüzyıldaki mezarından kaçtı ve günümüze musallat oldu. Küresel COVID-19 salgınıyla da bu çağa özgü bir “Reichstag Yangını”1 ihtimali ile karşı karşıyayız. Reichstag Yangını, Adolf Hitler’in şansölye olmasından tam olarak dört hafta sonra Alman yasama organını hedef alan bir kundaklama eylemiydi. Felemenk bir konsey komünisti olan Marinus van der Lubbe tarafından gerçekleştirilmiş olduğu iddia edilmişti. Naziler alelacele bu yangının komünist bir kumpasın sonucu olduğunu öne sürdüler ve bu iddia iktidara ve devletin tam yapısına el koymalarının bahanesi oldu.”
Eğer faşizmin 21. Yüzyıldaki son versiyonlarından birisi olan Trump yeniden başkan olursa, korkarım dünya hepimiz için daha da çekilmez hale gelecek demektir. Zira Trump’ın farklı sürümleri olan Macaristan Başbakanı Viktor Orban’dan Hindistan Başbakanı Modi’ye, kendisini Katolik değerlerin koruyucusu olarak gören Polonya Cumhurbaşkanı Duda’dan Brezilya Devlet başkanı Bolsanaro’ya kadar pek çok isim faşizmin hayaleti olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
Bu liderlerin hemen hepsinin ortak özelliği, demokratik değerlere karşı savaş açmış olmalarıdır. Mesela Orban demokratik değerleri yok sayarak, yasama organını askıya aldı. Hindistan’da Modi’yi destekleyen faşist-milliyetçi güç, “düşman” olarak gördüğü İslam’ı Covid-19 taşıyıcısı olarak nitelendirerek insanlık düşmanı ırkçılığın en pespaye örneğini sergiledi.
Bir başka örnek de pek yabancısı olmadığımız ve bizimle benzerlikler arz eden Polonya’dan... Kendisini Polonya’nın Katolik değerlerinin koruyucusu olarak gören Duda’nın ülkesi Polonya da, giderek hukuktan ve demokratik değerlerden uzaklaşıyor. Elif Beyza Karaalioğlu Perspektif’teki makalesinde Polonya’daki otoriter uygulamalara dikkat çekerek şöyle bir tespitte bulunuyor: “Polonya’da sadece yargı değil, basın özgürlüğü de tehdit altında görünüyor. Freedom House’a göre Polonya’da medya özgürlüğü her geçen gün kötüleşmeye devam ediyor. PiS manifestosunda partinin “yeni medya düzeni” oluşturmayı amaçladığı açıkça belirtiliyor. Cumhurbaşkanı Duda seçim kampanyası boyunca –tahmin edileceği gibi- aralıksız olarak yabancı medyayı ülkesine karışmakla eleştirmişti. Reporters Without Borders’ın 2020 Dünya Basın Özgürlüğü Indeksi’ne göre Polonya 180 ülke arasında 2019’da 59. sırada iken 2020’de 62. ye kadar geriledi.”
Kabul etmek gerekiyor ki Trump’la birlikte “özgürlükler ülkesi”nde mezardan kaçan faşizmin hayaleti, başta Avrupa demokrasileri olmak üzere bütün ülkeleri zehirlemeye devam ediyor.
İşte tam da bu yüzden, St. John’s Episcopal Kilisesi’nin önünde İncil ile poz verip protestoculara karşı orduyu göreve çağıran sabık ırkçı Trump’ın yeniden başkan seçilmemesi gerekiyor. Denebilir ki “Bize ne, Amerika’nın başkanı kim olursa olsun”, evet kimin başkan seçileceğine elbette biz karar vermeyeceğiz. Ama yaşadığımız dünyanın bir bir parçası olarak, bu dünyanın ırkçı deliler tarafından zehirlenmemesi için Trump’ın yeniden seçilmemesini istemek de en tabii hakkımız.
Geçtiğimiz günlerde BBC’ye konuşan ünlü Amerikalı romancı Paul Auster, Trump’ın Amerikan demokrasisi için bir tehdit haline geldiğine dikkat çekerek şöyle diyor: “Bu şekilde dört yıl daha geçirirsek geriye hiçbir şey kalmaz. Hiçbir şey.
Otoriter bir ülke haline geldik. Bundan dört yıl önce kimse bunu hayal edemezdi. Ama çok hızlı bir şekilde oraya gidiyoruz.
Bu kadar kısa bir süre içinde bu kadar çok şeyi tahrip edebilmiş olmak inanılmaz bir başarı.”