İ̇slam ve demokrasi meselesi, yaklaşık 150 yıldır İ̇slam dünyasını meşgul eden tartışma konularının başında gelmektedir. Özellikle Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren bilim ve teknolojide Batı ile arasındaki mesafenin giderek açılması “İslam dünyası neden geri kaldı” sorularını gündeme getirmiş ve doğal olarak Avrupa sisteminden etkilenmeler başlamıştır. Çünkü Avrupa sanayi devrimiyle birlikte bilimde, teknolojide hızla üst basamaklara tırmanırken, aynı zamanda evrensel normlarda bir hukuk sistemi inşa etmeye başladı.
Bizde ise Osmanlı’nın hızla bir yıkılış sürecine doğru ilerlediğini gören yazarlar ve düşünürler, İslam dünyasındaki gerilemenin sebeplerini araştırmaya başlamışlardır. Gerek İslam dünyasındaki, gerekse Batı’daki kimi aydınlar, Müslüman dünyanın İslam yüzünden geri kaldığı yönünde tezler ileri sürmüş olsalar da, ağırlıklı olarak Müslüman düşünürler ‘tek bir kişinin mutlak yetkilere sahip olduğu yönetim biçimlerinin İslam dünyasını ve Osmanlı’yı geri bıraktığı’ kanaatine sahiptirler. Yani İslam değil, istibdat rejimleri geri bırakmıştır.
İslam toplumlarında demokrasi karşıtı görüşlerin temelinde, İslam’ın diğer bazı dinler gibi sadece uhrevi hayatı düzenleyen bir din olmayıp, dünya ve ahiret hayatını düzenleyen bir din olması bulunmaktadır. Zira İslam bireylerin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel tüm hayatını kuşatan önerilere sahiptir. Hz. Peygamber hem bir peygamber, hem de bir devlet başkanı konumundadır.
İlk dönem İslam toplumunda, Hz. Peygamber’in karizmatik kişiliği sayesinde siyasal bir tartışma yaşanmamıştır. Ancak peygamberin vefatından sonra ayrılıklar baş göstermiş ve halifenin kim olacağı tartışmaları yaşanmıştır. İşin başında tamamen siyasi çerçevede cereyan eden tartışmalar, daha sonraki süreçlerde dini bir temele oturtularak dini-mezhebi ayrışmaların temeli atılmıştır.
Sonrasında ise ‘şura’ ve liyakat ilkeleri gözardı edilerek ne yazık ki İslam toplumlarında güçlü olanın halifeliği hak ettiği, veliahtlığın da meşru bir yol olduğu kabul edilerek yönetimler despotik bir karaktere evrilmiştir. Daha da vahim olanı, Hilafetin dinin esaslarından ve farz olarak kabul edilmeye başlamasıdır. Hatta öyle ki “Müslümanların halifesiz ölme hakları yoktur” gibi yaklaşımlar bile ortaya atılmıştır.
Maalesef İslam tarihinin önemli bir bölümünde, İslam toplumlarında işbaşına gelen ‘mutlakiyetçi’ yönetimler yüzünden eleştirel düşünce gelişemediği için ilmi ve fikri alanda derinlikli çalışmalar yapılamamış ve dünya ile aradaki mesafe giderek açılmıştır.
Şu bir gerçek ki, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde yaşanan derin travma Müslümanların demokrasi karşıtlığını besleyen önemli bir etken olmuştur. Sonrasında yeni kurulan Cumhuriyet’in tepeden inmeci Batılılaşma hedefleri İslami kesimlerde derin kırılmalar yaratmış, demokrasi karşıtlığını daha da güçlendirmiştir.
Ancak kabul etmek gerekiyor ki, artık modern dünyada demokrasi dışı bir sistem arayışının ne teorik anlamda bir temeli, ne de reel dünya ile örtüşen bir gerçekliği bulunmamaktadır.
Şu ana kadar en şiddetli demokrasi karşıtlığı yapan kesimler dahil, İslam dünyasında hali hazırda yürürlükte olan adil bir hukuk sistemine dayalı, hak ve hürriyetlerin teminat altına alındığı bir yönetim modelini gösterme imkanları yoktur. İslam ülkelerinin hali ortada... Ayrıca itiraf etmek gerekiyor ki, şu anda demokrasi karşıtları dahil hepimiz Batılı demokrasilerin icat ettiği, ürettiği bilim ve teknolojiyi kullanmak dışında bir şansa sahip değiliz. Herhalde bugün hiçbirimiz, günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasına giren ve Batı’nın ürettiği teknolojik aygıtlardan vazgeçmek gibi bir niyet içinde değiliz.
Elbette bütün bunlar Müslümanların aciz olduğu ve asla bilim üretemeyecekleri anlamına gelmiyor. Yeter ki ilmi ve fikri çalışmaların temelini oluşturan özgür ve eleştirel düşüncenin önünü açan modern bir eğitim sistemini inşa edelim. Bu konuda Müslümanların 16. Yüzyıla kadar pozitif ve İslami ilimlerde, felsefede ve sanatta Batı ile kıyas kabul etmeyecek kadar ileri bir düzeyde olduğunu hatırlayalım yeter...