Neredeyse ilk çağlardan bu yana insanlar hep bir kutsallık peşinde olmuşlar ve tanrısal devleti inşa etmek için çalışmışlardır.
İnsanlığın tarih içinde yaşadığı yönetim tecrübelerinin önemli bir bölümü ne yazık ki acı ve gözyaşıyla doludur. Tarihin tanıklık ettiği Stalin, Mao, Robes Pierre, Hitler gibi tiranlar ütopik kutsal devlet hayalleri yüzünden insanlık için adeta ölüm makinelerine dönüşmüşlerdir.
Siyaset bilimci Waller R. Newell’in “Tiranlar” kitabında ‘binyıl tiranları’ olarak tanımladığı liderler, kendilerinin sadece intikam ve adalet duygusuyla hareket eden muhalifler olmayıp dehaları görmezden gelinmiş büyük düşünürler veya sanatkarlar olduklarına, gün gelip görüşlerinin her an herkesin hayatının her anına dair megalomanca kanaatlere sahiptirler. Walter diyor ki: “Böyle adamlar devrimci olarak yola çıkarlar ama gelecekleri yere vardıklarında mutlak zorbaya dönüşürler.” (Tiranlar, s.23)
Maalesef bugün de geçmişin tiranlarıyla benzeşen otoriterler liderler, liberal demokrasinin kıyılarında pusu kurmak için beklemektedirler. Esas itibariyle demokrasiye inanmayan bu yeni otoriterler, bir taraftan demokrasiye inanıyormuş gibi yapıp kendilerini “demokratik ahlakın çobanı” olarak gösterirken, bir taraftan da geçmişin tiranlarını çağrıştıran hayalleriyle kitleleri efsunlayabilmektedirler.
Demokrasinin altını oyan bu tehlikeye karşı koyabilmek için Batı usulü materyalizmi yaymanın yeterli olacağı gibi bir vehme kapılmamak gerektiğini belirten Wallace şu önemli tespiti yapıyor:
“Özünde kendi demokratik uygarlığımızın asla sadece refaha, hırsa ve rahata dayanmadığını da unutmamak gerekir. Bu aşırı solcu ve sağ muhaliflerin ortaya koyduğu bir karikatürden ibarettir. Liberal demokrasi Temelde Hobbes’ın materyalizminden değil, Spinoza ve Locke’ın hürriyeti, bireyin tam eğitim, yurttaşlık ve düşünsel potansiyelinin gelişmesi olarak daha yüceltici anlatımlarından doğmuş ve klasik mirasını asla gözden uzak tutmamıştır.” (a.g.e, s.26)
Kuşkusuz tarihin en trajik hallerinden birisi, bazen insanların tiranlardan nefret ederken, bazen de onları karizmatik liderler olarak destekleyip taktir etmeleridir. “Örneğin Julius Cesar Roma’yı dar görüşlü, bencil ve gerici senatörler sınıfından kurtardığını ve yeniden ayağa kaldırdığını düşünenlerin hayranlığını, fakat onun cumhuriyeti sonsuza dek ortadan kaldırmaya meyilli bir tiran ve demagog olarak görenlerin nefretini kazanmıştı.” (Tiran, s.29)
Evet şimdi yaşayarak görüyoruz ki günümüzün otoriter liderleri de geniş kitlelerin hayranlığını kazanabiliyorlar. Öyle ki insanlar, bu demagogların demokrasinin altını oyarak, hukuku askıya alarak ülkelerini felakete götürdüğünü bile bile onları kutsamaya devam ediyorlar.
Tarihin bize öğrettiği gerçek şu ki tiranlık tehlikesi ihtimalinin, şimdiye dek hiç olmadığı kadar belirleyici ve kalıcı özellik taşıdığı gerçeğini göz önünde bulundurmak zorundayız. Mesela Çin ve Rusya Marksist-Leninist totaliter yapının kalıntıları üzerine inşa edilmiş despotizmlerdir. Siyasal gücü hala elinde tutan bu eski komünist efendiler, ekonominin varlıklı tiranları olarak boy göstermektedirler. Ancak bu iki devlet görüntü değiştirerek kitlelerin hayat standartlarını yükselterek iyiliksever bir despotizm örneği sunmakta ve bir bakıma evrensel monarşi geleneğini sürdürmektedirler.
Aynı şekilde benzer bir tehlike de Batı dünyası içinde kendini göstermeye başlamış bulunuyor. Mesela Macaristan’ın iyiliksever otokratı Orban hukuku baypas ederek Avrupa değerlerini yok etmeye çalışıyor. Şimdi Kasım’da Amerika’da başkanlık seçimi var, eğer Trump seçimi kazanırsa, yeni bir tiranlık tehlikesi ABD’nin kapısını çalacak demektir.
Henüz demokrasiyle tanışmamış ya da yarım yamalak demokrasi tecrübesine sahip ülkeleri özellikle Avrupa ülkeleri parantezinde değerlendirmeyebiliriz, zira onların henüz yürüyecek uzun bir yolu var.
Bu çerçevede, hatırı sayılır bir demokrasi tecrübesine sahip olan Türkiye’yi elbette tam bir otokrasi olarak tanımlayamayız. Ancak son dönemde demokratik değerlerden hızla uzaklaşan uygulamalarıyla, demokrasi dışı arayışlara açık bir ülke olduğu da muhakkak.
Her ne kadar, günümüzün yeni otoriterleri yüzünden demokrasiye karşı saldırılar giderek hız kazanmış olsa da özgür toplumların tiranlık tehlikesine karşı savunma mekanizmalarının da yerli yerinde olduğu bir gerçek.