Türkiye yaklaşık 80 yıllık demokrasi arayışında zaman zaman darbelerle, muhtıralarla kesintiye uğramasına rağmen önemli bir mesafe kaydetti ve bu konuda hiç de hafife alınmayacak bir tecrübe arşivi oluştu. Bu konuda Batı demokrasilerinde olduğu gibi hem felsefi, hem de siyasi pratik anlamında derinlikli bir geçmişe sahip değiliz belki ama, Müslüman coğrafyalarla karşılaştırıldığında aldığımız mesafenin hatırı sayılır bir mücadele süreci olduğu muhakkak.
Bir kere Batı dünyasında demokrasi sosyal ve kültürel gelişmenin bir sonucu olarak ve de toplumun bütün kesimlerini katarak ilerleme sağlamıştır. Oysa bizde Osmanlı’nın son döneminde küçük çaplı denemeler yapılmış ama başarılı sonuçlar üretilememiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise, kuruluş paradigmasının da etkisiyle toplumsal bir tabana dayanmadığı için demokraside Batı ölçeğinde bir ilerleme sağlanamamıştır.
Prof. Dr. Ergun Özbudun’un “Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye” adlı eserinde de belirttiği gibi,
Türkiye bir dönem itibariyle (1925 – 1945) tek partili – kapalı otoriter rejimler türüne, bir dönemi (1945’ten günümüze kadar) itibariyle de demokratik niteliklerin daha ağır bastığı, fakat birtakım otoriter özelliklerin de korunduğu ‘seçimsel demokrasiler’ tipine uygun düşen bir ülkedir.
***
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki Türkiye’deki tek parti yönetiminin, dünyadaki faşist ve komünist tek parti yönetimleriyle birebir örtüşen benzerliği bulunmamaktadır. Evet siyasi tarihimizdeki demokratik girişimler ve tecrübeler yetersiz kalmıştır. Ama Kemal Karpat’ın ifadesiyle Türkiye’deki tek partili idare şekli, Batı’daki örneklerine benzememiştir. Mesela bütün olumsuz uygulamalara rağmen, basına görece bir özgürlük tanınmıştır.
Unutmamak gerekiyor ki, siyasi tarihimizde zaman zaman bir olumsuzluk simgesi gibi algılanan ‘Milli Şef’ İnönü’nün bile demokrasiye geçişte önemli katkıları bulunmaktadır. Evet İnönü’nün planı kontrollü bir liberalizasyondur ama nihai hedef demokrasidir. Metin Toker’in “Tek Partiden Çok Partiye” kitabında İnönü’den naklettiği şu ifadeler son derece manidardır:
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zarurî olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok zahmetlerle meydana getirilen birçok eserlerin hepsi heba olmuştur. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddî ve esaslı murakabe ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz.”
Bütün bu tecrübelerin ve de sıkıntılı süreçlerin sonunda Türkiye çok partili hayata geçti. Her nekadar bu ‘seçimsel bir demokrasi’ olsa da, sonuç itibariyle demokratik istikamette yoluna devam etti. Ancak evrensel hukuk normlarının kuşatıcılığında sürdürülebilir bir demokrasiyi de inşa edemedi.
Açık söylemek gerekirse Türkiye yaşadığı bütün siyasi tecrübelere rağmen, mevzuatındaki yasakçı hükümler nedeniyle hala hukuk devletinden çok bir kanun devleti niteliğindeydi. İşte tam bu noktada, 2002 yılında iktidara gelen AK Parti hükümeti, evrensel anlamda bir demokratik kaliteyi yakalamak için Türkiye’nin önüne çok önemli bir gelecek umudu koydu. 2002 seçim beyannamesindeki şu ifadeler bu umudun en önemli göstergesiydi:
“Demokratik ülkelerde, hukukun evrensel ilkelerine saygı, hak arama yollarının açık tutulması, kanun önünde eşitlik, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması, idarenin hukuka bağlılığının sağlanması temel değerlerdir. Bu değerlerin hayata geçirilmesiyle otoriteyi meşrulaştırıcı bir güç olan hukuk devleti anlayışı yerleşir.
PARTİMİZ hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir.”
Ancak AK Parti’nin, iktidarının ilk döneminde gerçekleştirdiği demokratikleşme adımları, özellikle 2011’den sonra giderek pırıltısını kaybetmiş ve daha da önemlisi kendi vizyonunun gerisinde kalmıştır. Aslında demokraside evrensel kaliteyi yakalamaya çok az kalmıştı. Eğer değişim ve demokraside yakalanan tempo sürdürülebilseydi, Türkiye hem demokratik dünya ile arasındaki mesafeyi kapatacak, hem de İslam toplumları için şahane bir örnek ortaya koymuş olacaktı. Ama olmadı, yeniden başa döndük...