Türkiye şu anda her alanda tarifi imkansız bir ekonomik çöküş yaşıyor. Tuzu kuru olan imtiyazlı kesimleri bir tarafa bırakırsak, toplumun büyük bölümü adeta kangrene dönüşen pahalılığın ve işsizliğin acımasız baskısı altında.
Kuşkusuz hepimizi kuşatan bu dayanılmaz hal, durup dururken kendi başına ortaya çıkmadı. 2011’e kadar Türkiye’nin demokratikleşme çıtasını yükselten, ekonomik hamlelerle toplumun gelecek umudunu tazeleyen AK Parti iktidarı kendi içinde politik bir eksen kayması yaşamaya başlayınca, doğal olarak ülke de demokraside, hukukta, özgürlüklerde, ekonomide ve dış politikada değer kaybetmeye başladı.
İktidarın sadece son beş yıldaki dış politika uygulamalarına baktığımızda bile nasıl bir politik savrulma içinde olduğunu görmek mümkün. Mesela Suriye’ye İstiklal mücadelesi sloganı ve Çanakkale ruhuyla gittik ama şimdi niçin gittiğimizi bile unuttuk. En önemlisi de topraklarımızdaki 4-5 milyonluk mülteciyi saymazsak elimizde somut bir sonucun olmamasıdır. Esas itibariyle zaten niçin gittiğimizi de bilmiyorduk. O günlerde en çok telaffuz edilen bölgede YPG-PKK varlığını etkisizleştirmekti, ama onlar şimdi Esad’la birlikte devlet kuruyorlar, biz ise sınırdaki koridordan seyrediyoruz.
Diplomatik arenadaki kayıplarımız sadece Suriye ile sınırlı değil elbette. Mısır’da çok haklı olarak darbeye karşı çıktık, çünkü darbeler insanlık düşmanıdır. Ama sonra diplomasiyi terkederek icat ettiğimiz “rabia işareti” ile birlikte meseleyi kan davasına dönüştürdük. Şimdi ise darbeci Sisi ile barışmak için Mısır’daki toplu idamlar karşısında gözlerimizi kapatıp suskunluğa gömüldük. İşin başında Mısır’la ilişkilerimizi bozmak ne kadar yanlışsa, bugün idamlar karşısında gözlerimizi kapamak da o kadar yanlış…
Gelişmeler gösteriyor ki Libya ile son dönemdeki ilişkilerimizi nasıl bir stratejik anlayışla yürüttüğümüzün de pek farkında değiliz. “Mavi Vatan” hayalleriyle çıktığımız Doğu Akdeniz seferinden neden geri döndüğümüzü de kimse bilmiyor.
Kim sorarsa, Avrupa Birliği ile “tam üyelik” müzakeresi yürüten bir ülkeyiz ama şimdi neden böyle bir yolculuğa çıktığımızı bile çoktan unuttuk. Zira girmek istediğimiz birliğe “Haçlı bunlar, Haçlı…“ diyerek öyle çok meydan okuduk ki, onlar da artık bizi sadece bir “mülteci bekçisi” olarak görüyorlar. Ayrıca biz de zaten demokrasi işlerinden çoktan vazgeçtik…
Ve şimdi de Afganistan… Uçak düşürme krizi sonrasında hiç ihtiyacımız olmadığı halde S-400’leri alarak Rusya ile barışmıştık. Öyle anlaşılıyor ki şimdi de Amerika’yı mutlu etmek için Afganistan cehennemine gideceğiz… Muhtemelen buradaki motivasyonumuz da “Afganistan kurtulursa Kudüs kurtulur” olacaktır…
İşin özeti demokrasi hafızamızı ve “hukuk devleti” olma vasfımızı kaybettiğimiz için ne içeride insanlarımızı mutlu edebiliyoruz, ne de dışarıda “güvenilir” bir ülke fotoğrafı ortaya koyabiliyoruz. DEVA Partisi lideri Ali Babacan’ın şu ifadeleri meseleyi net bir şekilde özetliyor: “Dar bir ideolojiyi tüm dış politika sathına egemen kılmanın peşine düştüler. Ülkemizi uluslararası arenada yapayalnız bıraktılar, adını ‘değerli yalnızlık’ koydular. Yalnızlığın değerinin beş para ettiğini anlayınca mı Sisi’nin peşine düşüyorsunuz? Maliyeti ülkemize çok ağır oldu.”
Aslında dış politikada yaşadığımız yalnızlığın da, her gün biraz daha derinden hissettiğimiz ekonomik çöküşün de, toplumun nefes almasını zorlaştıran özgürlük fukaralığının da bir tek sebebi var; hukuk devleti anlayışının zaafa uğraması…
Eğer “hukuk devleti” olma vasfınızı kaybederseniz son günlerde ortalığı kirleten çete-mafya-yargı-siyaset ekseninde gelişen karanlık ilişkileri sorgulayamazsınız.
Eğer iktidarların hesap verilebilir olmalarını sağlayan hukuki zemin kaybolmuşsa, 4-5 yerden maaş almayı hak olarak gören bürokratlar ve hiçbir liyakat esası gözetilmeden devlet kurumlarına yapılan atamalar toplum vicdanını yaralamaya devam eder.
Eğer özgürlükçü bir “hukuk devleti” olmayı umursamaz hale gelmişseniz, uluslararası arenada saygın ülke olma özelliğinizi kaybedersiniz.
Bu çerçevede şu günlerde yeni çıkan bir kitabın altını çizmek istiyorum. Bu kitabın adı: “Değerler Çıkarlar ve Dönüşüm…” Uluslararası alanda nasıl “itibarlı ülke” olunur sorusunu bir bakıma tecrübelerle cevaplıyor bu çalışma. Memduh Karakullukçu’nun Türkiye’nin saygın diplomatları arasında yer alan Özdem Sanberk ve Sönmez Köksal’la “Nesiller arası söyleşi” niteliği taşıyan bu kitap, çok önemli dış politika tecrübeleri sunuyor. Eminim Sönmez Köksal’ın şu ifadeleri Türkiye’nin halen yaşamakta olduğu “değerli yalnızlık” konusunda ufuk açıcı olacaktır:
“Saygınlığı, sadece özgürlükçü, hukuka ve insan haklarına saygılı demokratik rejimler sağlayabilir. Despotik, otoriter veya totaliter rejimlerin, hele günümüz dünyasında, saygınlık kazanmaları veya barışçıl yollardan nüfuz sahibi olabilmeleri mümkün değildir.” (S.26, Doğan Kitap)