Dünyanın harikulade kokularını duymak için her zaman ruhumuza iyi gelen şarkılar dinlemek isteriz. Bu bazen bir türkünün bize ait olan dizeleridir, bazen Miles Davis’in trompetinden dökülen melodilerdir, bazen Bach’ın muhteşem bir bestesidir, bazen Itri’nin, Dede Efendi’nin deruni ahengindeki tınılardır, bazen de Şerif Muhittin Targan’ın uduyla yüreğimize dokunun nağmeleridir.
Çünkü müzik, tıpkı bir bebeğin gözünü aralayışından daha yumuşak o mavinin yürekleri ateşle yakıp tutuşturan göksel kokusunu katar hayatımıza… Çünkü müzikle o baştan çıkarıcı, yıldız yıldız çiğle döşenmiş, başı dumanlı nisan mavisinin sesini duyarız içimizde. Ve dünün acılarını örtüp bizden gizleyen, yarını ise hayallere saklayan bir güce sahiptir müzik… Çoğu zaman da acılarımızın ateşinden daha tazedir.
Geceleri usul usul kaldırımlara vuran, dünyanın bu tarafında bir başka türlü yananlara şarkılar söyleyen, evlerin pencerelerinden arzulu fısıltılarla geçen, yaprakların arasına gizlenmiş kuşlara masallar anlatan, omuzlarımızı okşayarak ırmaklara akan bir yağmur senfonisidir müzik…
Eğer aşkları yeniden keşfetmeyi, kardelenlerle yeniden çıldırmayı, çocuklara yeni umutlar taşımayı, hayallerimize karışan ihanet çizgisini geçmeyi, körelmiş sevgileri yeniden alevlendirmeyi istiyorsak, dünyanın bütün şarkıları ve şiirleriyle kol kola yürümenin belki de tam zamanıdır şimdi…
İşte bu yüzden, Sedat Ergin’in ifadesiyle “Udu saz heyetlerini tamamlayan bir çalgı hüviyetinden çıkartıp konser salonlarında bir solo çalgısı kimliğine terfi ettirmiş” büyük bir müzik üstadının nağmeleriyle buluşmaya çalışacağız.
İşte o isim, peygamber torunu olarak bilinen ud üstadı Şerif Muhiddin Targan… Osmanlı’nın son Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın oğullarından biri olan ve 1892 yılında İstanbul’da doğan Şerif Muhiddin Targan, on üç yaşındayken klasik üslûpta bir Hüzzam Saz Semaisi’ni bestelemiş ve musiki çevrelerinde üstün bir udî olarak tanınmıştır. Zekâi Dedezâde Ahmed (Irsoy), Ali Rıfat (Çağatay) ve Rauf Yekta Bey gibi Türk musikisinin büyük üstedlerından aldığı musiki derslerinin yanı sıra, birçok konuda seçkin hocalar tarafından eğitilen ve Darülfünun’un Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinden 1922 yılında pekiyi dereceyle mezun olan Şerif Muhiddin, Türk musiki tarihinin kaydettiği sayılı ud virtüozlarından biri, piyano ve çello gibi batı sazlarında da usta bir icracı, bestekâr ve ressamdır.
Sedat Ergin, Hürriyet’teki yazısında Bilen Işıktaş’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Peygamber’in Dâhi Torunu Şerif Muhiddin Targan/Modernleşme, Bireyselleşme, Virtüozite” başlıklı kitabının, Şerif Muhiddin konusunda yapılmış çok kapsamlı bir çalışma olduğunun altını çiziyor.
Değerli akademisyen Işıktaş “Gerçek bir dâhi” olarak nitelediği Targan’ın uttaki yerini şöyle tarif ediyor: “20. Yüzyılın başında ud icrasının değişiminde en önemli ve orijinal müziksel karakter olarak karşımıza çıkmaktadır: Targan ud için bir milattır.”
Sıra dışı bir müzik zekasına sahip olan Targan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bir yıl sonra 1924 yılında ABD’ye göç ederek müzik hayatında da yeni bir dönemi başlatmıştır. New York yıllarında 13 Aralık 1928 tarihinde ünlü Town Hall’da verdiği konserin programı sanatçının yeni dünyadaki çok boyutlu kimliğini göstermesi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Konseri çelloda Saint Saens’ın Do Majör Sonatı ile açar. Yine çelloda Locatelli’nin bir eseri ile devam eder. Ardından utta kendi besteleri olan Kapris ve Koşan Çocuk’un yanı sıra Ferahfeza makamındaki semaisini çalar. Konseri son bölümde yine çelloda Bach, Debussy ve Ravel’den eserlerle tamamlar.
Hemen belirtelim, sürekli yeni arayışlar içinde olan Şerif Muhiddin, hem Osmanlı müzik geleneğinin güçlü bir temsilcisi, hem de ufku moderniteye açık bir sanatçıdır. Bu arayışın izlerini Town Hall’da verdiği konserde görmek mümkündür. Çünkü sanatçı bu repertuvarında hem Dede Efendi, hem Tanburi Cemil Bey, hem Beethoven hem de kendi bestelerini icra etmiştir.
Büyük şairimiz Mehmet Akif de Targan’ın dünya çapındaki başarılarını dikkatle takip etmiş, ona olan hayranlığını, muhabbetini dizelerine ifade etmiştir. “Şerif Muhiddin’i ömrünün sonuna kadar büyük bir dikkatle takip eden Âkif, onun başarılarıyla kendi başarısı gibi gururlanacak, hatta Gölgeler’i, yani yedinci Safahat’ı ona ithaf edecektir. Safahat’a almadığı, Şerif Muhiddin’e mektup olarak yazılmış “Şarkın Yegâne Dâhisine” başlıklı şiirinde, o “biçare Şark’ın Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı”dır. “Bu vîran kubbe”, yani dağılmış, paramparça olmuş Şark ses verebilmek için yüksek bir figan istemektedir ve o figan sadece ve sadece “peygamberin fevka’l-beşer evlâdı”nın, yani Şerif Muhiddin’in ududur.” (Beşir Ayvazoğlu, Karar, 2019)