Geleneksel İslam kültüründen tevarüs eden anlayış, İslam toplumlarında daha çok tepeden inmeci, buyurgan ve herkesi ‘iyi insan’ yapma üzerine bina edilmiş bir paradigmaya dayanmaktadır. Bütün İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de bu mekanizma bazen dinin argümanları kullanılarak, bazen de laik sistemin argümanları kullanılarak işlemiştir.
Ve özgürlük kavramı, Müslüman toplumların yabancısı olduğu bir kavramdır. Yönetimin karakteri ister dini, isterse laik bir özellik taşısın, asıl olan halkın kontrol edilmesidir. Bu yüzden de özgürlükler her zaman muhafazakarların da, laikçilerin de, solcuların da tehdidi altında olmuştur.
Kısacası Türkiye’nin sağcısı da, solcusu da, İslamcısı da aynı kültürel iklimden beslendikleri için farklı saiklerle de olsa özgürlüklerden ve de eleştirel düşüncelerden pek hoşlanmazlar. Çok gerilere gitmeye gerek yok, son 80 yıllık siyasi tarihimize baktığımızda iktidarların dayatmacı üsluplar konusunda üç aşağı beş yukarı benzer davranışlar sergilediklerini rahatlıkla görebiliriz.
Bu yüzden de neredeyse bütün İslam tarihi boyunca gerek ulema, gerek bilim insanları, gerekse aydınlar itaat kültürünün dışına çıkarak devletin buyurgan tavrına karşı bir duruş sergileyememişlerdir. Türk ve İslam tarihinin çok derinlerine nüfuz eden bu anlayış, her zaman devlete bir kutsiyet atfetmiştir. İslam toplumlarında eleştirel düşüncenin gelişememesinin temelinde de bu zihniyet kırılması yatmaktadır.
Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki süreçlerde de dayatmacı zihniyet farklı şekillerde hükmünü icra etmiştir. Bu bakımdan gerek tek parti, gerek darbe iktidarları ve sonrasındaki iktidarlar arasında aslında çok da büyük farklar yoktur. Hemen her iktidar bazen dini yedeğine alarak, bazen de devletin sopasını göstererek halkı ‘adam etmek’ için farklı yöntemleri denemekten çekinmemişlerdir.
Mesela 27 Mayıs ihtilalinde camilerde darbe ve çarşaf hutbeleri okutan darbeciler bir taraftan, “İhitilali mahsus Cuma günü yaptık, ihtilalin gayelerinden biri de dinimizi takviye etmektir” derken, bir taraftan da zoraki kıyafet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir.
Bu çerçevede değerli bilim insanımız İsmail Kara’nın yeni çıkan kitabı “Zafer değil Sefer”de naklettiği bir tanıklığı aktararak meramımı daha iyi anlatabileceğim kanaatindeyim. Bu tanıklık hem dayatmacı zihniyetin nasıl işlediğini, hem de istendiğinde bu zihniyete karşı nasıl bir duruş sergilenebileceğini göstermesi açısından son derece önemli.
İsmail Kara, üç yıllık İmam-Hatip okulu hayatımda benim de Arapça hocam olan Mahmut Bayram Hoca ile ilgili bir anısını anlatıyor. 1960 ihtilalinden sonra İstanbul’a vali atanan Refik Tulga adlı general, bütün müftü ve imamları toplayarak İstanbul’da çarşaflı kadınların çarşaflarını çıkarmak için yapılması gerekenleri anlatıyor. General bu konudaki uygulamaya ilk önce imam ve müftü eşlerinden başlanacağını söylüyor. İsmail Kara’nın kitabındaki anlatım aynen şöyle: “Mahmut Hoca da bu toplantıya çağrılan imamlardan biriydi. Sıra Mahmut Hoca’ya gelince ona da bir pardösü uzatıldı ve teklif tekrarlandı.
Mahmut Hoca şöyle cevap verdi: Ben bir eş olarak hanımıma böyle bir teklifte bulunamam. Hanımımın üzerinde kendimi buna yetkili görmüyorum. Buna ancak eşim karar verebilir. Eğer siz kendinizde böyle bir güç görüyorsanız buyurun kendiniz giydirin.” İsmail Kara bu durumu yorumlarken diyor ki: “Mahmut Hoca, kadın hakları- kadınlara tahakküm konusunda ahkam kesen Kemalistlere, ordu mensuplarına da iyi sayılabilecek bir ders vermiş oldu.”
Zihin dünyamızın baskıcı kodlarını anlatması açısından ibret verici bir hikaye... Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, bir kadına çarşaf giyme dayatmasında bulunmak insan hakları açısından nasıl kabul edilemez bir durumsa, çarşafını çıkartmaya zorlamak da aynı şekilde zorbalıktır. Ama ne yapalım ki laiklerimizin de, dindarlarımızın da zihinsel kodları böyle işliyor...