Her ölüm arkasında hüzünler ve burukluklar bırakır, bu hayatın bir gerçeği… Ama bir sanatçının ölümü aynı zamanda dünyanın daha da yalnızlaşması demektir herhalde…
Bernard Shaw’a atfedilen bir söz vardır: “Sanat olmasaydı, dünyanın kalabalığı dayanılmaz olurdu.” Hayatın günlük karmaşası içinde en hüzünlü, ya da mutlu anlarınızda hep sığınacak bir liman ararsınız. İşte böyle zamanlarda müzik, ruhunuzun pencerelerinden size ışık tutar, elinizden tutup hapishanenizden dışarı çıkarır… Şarkılarla ağlarız, güleriz, kederlerimizi şarkıların kanatlarıyla uzak alemlere taşırız… Bu yüzden de sanatçıların ölümü her zaman yüreğimize dokunur.
Bilindiği gibi 1960’lardan bu yana en ilham verici ve üretken caz piyanistlerinden birisi olarak kabul edilen Chick Corea geçtimiz hafta 79 yaşında hayatını kaybetti. Bu haberi okuduğumda içimde derin bir burukluk hissettiğimi belirtmeliyim. Bu vesileyle yıllar öncesinin hatıralar denizinden Chick Corea’ya selam gönderiyorum.
Yıl 2010, sıcak bir Temmuz gecesinde gökteki yıldızlarla cazın yıldızları kucaklaşıyor… Ve karşımızda kulaklarımızın pasını silecek Chick Corea Freedom Band…
O gece Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde kimler yoktu ki… Uzun yıllar Miles Davis’le birlikte çalan ve bugün saksafonun en yetkin isimleri arasında sayılan Kenny Garrett, akustik ve elektrik basın en önemli ustalarından Christian McBride ve tekniğiyle caza yön veren efsanevi davulcu Roy Haynes, eşlik ediyordu. O muhteşem caz gecesini hatıralarımın en müstesna köşesinde saklamaya devam ediyorum, çünkü arada bir dönüp bakmak kalbime iyi geliyor…
Solo çalışmalarıyla olduğu kadar, “Origin” ve “Return To Forever” gibi grupları ve klasik müzikle cazı buluşturduğu projeleriyle de tanınan Chick Corea, 1960’lardan bu yana en ilham verici ve üretken caz müzisyenlerinden biri sayılıyor. “Spain,” “La Fiesta” ve “Windows” gibi önemli caz yapıtlarının bestecisi olan Chick Corea, çok sayıda Grammy ödülüne değer görülmüş bir sanatçı.
Çoğu müzisyen yaşlandıkça belli bir kanıksamanın da sonucu olarak kendi üsluplarına hapsolurken Chick Corea’nın en büyük gücü açık fikirli ve yenilikçi olmasıydı. Caz bileşimi (Jazz Fusion) akımının öncüsü olmak ona saygın bir unvan kazandırmıştır. Caz, rock, latin, folk, klasik ve elektronik müziğe daldı, uzmanlığını ve bilgeliğini her tarzın içinde sergilemeye çalıştı.
Joachim E. Berendt, Chick Corea’nın bu sanatsal derinliği konusunda şöyle bir tespitte bulunuyor: “Corea zarif bir müzisyendir ve çocukça, masalsı olana eğilim gösterir; Bartok’u bilir, Latin Amerika ve İspanyol müziğini sever; mükemmel bir bestecidir. Eleştirmenler, Corea’nın güleryüzlü parçalarını 19. Yüzyılın ünlü bestecileri Schumann, mendelssohn vb. ile kıyaslarken, sanatçının romantizmle ‘doldurduğu’ o içkin, son derece duyarlı cazsal gerilimi de övgüyle vurguladılar.” (Caz Kitabı, s.336)
Elbette, farklı alanlarda eserler vermek takdire şayan bir çaba, ancak yeni şeyler yaratamadığınızda sert eleştirilere muhatap olma ihtimali her zaman kapınızı çalabilir. Kuşkusuz Chick’in de bu tür ağır eleştirilerle yüzleştiği dönemler oldu. Bu eleştiriler genellikle yeni bir grupla yola koyulduğunda veya gruba yeni bir üye katıldığında ortaya çıkıyordu .
Zaman zaman Cazın yorucu formundan uzaklaşmaya çalışan Chick Corea, aynı sahneyi paylaştığı müzisyenleri uzun sololar yerine daha kısa ama daha etkili ve yaratıcı doğaçlamalara teşvik etmiş, sistematik ama entelektüel düşünce tarzıyla gelişen ve genişleyen caz seyircisi için hep yenilikçi kapılar açmıştır.
O, sıra dışı sahne karizmasıyla 50 yılda milyonların kalbine cazın en güzel melodilerini nakşeden ve de zihnimizi kışkırtan bir dâhiydi. Onu dinlerken hep zarif hazlar aldık, düşünürken çetrefilli istikametlere yöneldik ama hep caz’la kaldık…