Geçen hafta Pazar günü rock ve caz yazımla ilgili ilginç yorumlar geldi. Müziğe evrensel bir perspektiften bakan okurların yorumlarından fevkalade istifade ettiğimi belirtmek durumundayım. Ancak bazı kesimlerin “Nedir bu caz ve rock merakı Allah aşkına, sen bizim kültürümüzden değilsin, Batı’ya git ve sevdiklerinle beraber ol” şeklindeki yorumları karşısında endişeye kapılmamak mümkün değil.
Hemen belirteyim, bu tür itirazları asla kişisel olarak değerlendirmiyorum. Bu bakış açısında aslında hepimizi endişelendiren durum, derin bir cehaletle karşı karşıya olduğumuzdur.
Kuşkusuz kimse caz ya da rock müziğini sevmek zorunda değil. Daha doğrusu müziğin hiçbir türü bir takım dayatmalarla insanların ruhunda yer edemez. Herkes kendi tabiatına, kendi kültürüne ve zihin dünyasına göre bazı müzikleri sever, ya da sevmez.
Keşke caz, rock ya da klasik Batı müziğine karşı tepki duyanlar Türk musikisine yeterince vakıf olabilseler... Öyle anlaşılıyor ki, aslında bazı insanlar müziğin o deruni zenginliğine karşılar. Zira biliyoruz ki Türk sanat müziği ve halk müziğinden tat almayan insanların klasik Batı müziğini, rock ya da caz’ı anlamaları mümkün değildir.
Bu bir ruhi zenginlik işidir, yüreğini hayatın ritmine, ahengine açamayanların müziğin ruhumuzu incelten sesini duymaları nasıl mümkün olabilir ki...
Dolayısıyla “Bizim Dede Efendilerimiz, Hacı Arif Beylerimiz var, Batılıların müziğinden bize ne” diye ortalarda dolaşanlar sadece hamasi duygularla ‘şanlı tarih’ masalları üretmeyi severler. Ama hayatlarının hiçbir döneminde ne Dede Efendi dinlemişlerdir, ne de Hacı Arif Bey...
Bu ucuz hamaset edebiyatı yapanlar bir kez olsun Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi’nin Bayati makamındaki şu eserini dinleselerdi, eminim hayatlarının rengi daha da farklı olurdu.
/Bir gonca –femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir âh-ı serimde
Her lâhza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdire nedir çâre bu varmış kaderimde/
Diyelim ki Mozart’a, Beethoven’e, Vivaldi’ye ruhunuz ısınmadı. İyi güzel de Dede Efendi’ye yolunuzun hiç düşmemesini nasıl izah edeceğiz? Muhtemelen Şevki Bey’in Uşşak makamındaki “Kimseler gelmez senin feryad-ı ateş barına” adlı o muhteşem eserini dinleme zahmetinde de bulunmamışsınızdır.
/Kimseler gelmez senin feryâd-ı âteş-bârına
Yandın ey bîçâre dil yandın melâmet nârına
Ye’s-i sevdâ rengi çökmüş gül gibi ruhsârına
Yandın ey bîçâre dil yandın melâmet nârına./
Belki Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim deva bulmam” şarkısı bir yerlerde kulağınıza çalınmış olabilir, o kadar... Denebilir ki, “Bunlar ağır şarkılar, dolayısıyla bu konuda daha rafine bir müzik zevkine ihtiyaç var.” Evet kabul, gerçekten de bu eserleri dinlemek kültürel bir derinlik gerektirebilir. O zaman kültürel hafızamızı biraz daha güncelleyelim ve günümüzün Türk musikisinde unutulmaz tatlar bırakan Selahattin Erköse’nin,
/Unutulmaz adınla dudakta kal sevgilim
Hâtıran yeter bana uzakta kal sevgilim/ şarkısındaki nağmelere kulak verelim. Kuşkusuz bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, mesela Münir Nurettin Selçuk’un “Endülüs’te raks” şarkısı ya da Sadi Işılay’ın Hüzzam makamındaki “Manada güzel, tende güzelsin” şarkısını acaba kaçımız huşu içinde dinleme zahmetinde bulunduk?
Hasılı, mesele sadece klasik Batı müziği, caz ya da rock dinlemek değil. Önemli olan, hangi dünyaya ait olursa olsun bir seviye ve kalite ifade eden müzikleri ne kadar dinleyebiliyoruz, gerisi hikaye...
Ama unutmayalım ki kaliteli müzik dinleme zevki gelişmemiş toplumlarda, dünya ile yarışabilecek düzeyde bir sanat üretimi gerçekleştirmek de, düzeyli siyaset yapmak da mümkün değildir.