Şiiri ve şairleri her zaman zihnimin en müstesna köşesine kaydediyorum elbette. Ama bir de cazın büyük ustaları var ki cazın şiirini yazıyorlar ve biz onları büyük bir şiirin doruklarındaki coşkuyla dinliyoruz. İlk aklıma gelenler; Charlie Parker, Lester Youg, Coleman Hawkins, Dexter Gordon, Sonny Rollins, John Coltrane, Nina Simon, Miles Davis… Cazın şiirini yaratanlar arasında iki isim var ki onlar benim için hep ilk sırada Miles Davis ve Jan Garbarek.
Şu günlerde yoğun bir şekilde Garbarek’i dinliyorum. O piccolo saksafonunun yabani çığlığı iki dağ arası vadide yankılanan sesler, adeta damla damla akıyor insanın yüreğine… Bence Garbarek’i farklı kılan, bu tür efektleri müzikal dokuyu pastoral bir anlatıya dönüştürmek için kullanıyor olması, tıpkı insansız bir hikâye anlatır gibi.
Klasik Batı müziği ve Klasik Türk musikisini huşu içinde dinleyen birisi olarak, zaman zaman caz olmasaydı acaba dünya nasıl bir yer olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Herhalde bir yanıp bir sönün popüler müziğin rüzgarında savrulur giderdik…
Malum 1980’li yıllar bir bakıma vasatın egemenliğine sahne oldu. Pop çağının idolleri uzun süre popüler kültürün ikonları olarak hep zirvede oldular ve müziğin starları olarak sahnelerde yer aldılar. Öyle ki bu dönemde “Rock tükendi mi”, “Caz öldü mü” tartışmaları bile yapıldı.
Murat Bejeduğ, T24’teki köşesinde çok dikkat çekici bir tespitte bulunuyor: “Rock bir daha 60'lardaki şaşaalı zamanlarına dönemedi. O dönemin çığır açan isimlerinin benzerleri bir daha hiç çıkmadı. Cazda da hemen hemen aynı süreç benzer tıkanıklıklarla yaşanıyordu. 1967'de John Coltrane'nin ani vefatından sonra caz müziğinde de parlak isimler çıkmıyor, kanaati yaygınlaşırken, rock ve caz severler bir göz kamaşması yaşadılar. Norveç'ten çıkan bir yıldızdı bu kamaşmayı yaşatan. Jan Garbarek, idolü olan John Coltrane hattında yaptığı tenor ve soprano soloları ve tıpkı Coltrane'in Hintli sitar dehası Ravi Shankar'a duyduğu hayranlık ve Hint kültürünün etkisini müziklerinde harmanlamasının esiniyle, zarif bir eklektizme yöneldi.”
Cazın, tenor ve soprano saksafondaki son elli yılın en parlak isimlerinin başında gösterilen Jan Garbarek, asıl ustalığını gösterdiği tenor ve soprano saksafonda benzersizleşmiş bir ismidir. Garbarek, İskandinav cazının babası olarak nitelendirilmektedir ama Bejduğ’un da belirttiği gibi o, Charlie Parker, Lester Youg, Coleman Hawkins, Dexter Gordon, Sonny Rollins, John Coltrane çizgisinin, modern tarzda özgün yenilikler de katan, son temsilcisidir.
Garbarek, bazı albümlerinde cazın sınırlarını zorlayan bir performans ortaya koyar. Bu özelliği ile insanı derin düşüncelere sevk ederek büyüleyen, yarattığı yeni berrak tınılı seslerle bezediği melankolik parçalarla New Age ve Blues hayranı olan geniş kitlelerin de ilgisini çekmeyi başarmış bir sanatçıdır. Bir kere özgün bir üsluba sahip ve doğaçlama yeteneği ile sürekli yeni hayran kitleleri oluşturabilecek bir cazibesi vardır.
İlk olarak teorisyen ve besteci George Russell’ın albümlerinde yer alarak dikkat çekmeye başlayan Garbarek, yetmişlerin başlarında Chick Corea ve Don Cherry gibi ünlü caz yıldızlarıyla çalıştı. Büyük çıkışını Keith Jarrett’ın kurduğu dörtlüyle yapan Garbarek’in çıkışı gitarist Ralph Towner ile ortaklaşa yayınladığı “Dis” albümü (1976) ile devam etmiştir.
Seksenli yıllarda ise basçı Eberhard Weber ile Bill Frisell ve David Torn gibi gitaristlerle çalışan Garbarek, Trilok Gurtu, Zakir Hussain, Hariprasad Chaurasia ve Ustad Fateh Ali Khan gibi çok farklı etnik ustalarla özgün projeler gerçekleştirdi.
Officium albümüyle ruhani bir hava yakalayan Garbarek, bu albümün başarısının ardından Visible World ve Rites adlı iki solo albüm daha yayınladı. Garbarek’in The Hilliard Ensemble ile Mnemosyne (1999) ve Officium Novum (2010) albümlerinde güçülü bir ruhsal çekim merkezinin olduğunun altını çizmek gerekiyor. Özellikle de kendimizle baş başa kaldığımızda “Parce mihi domine” parçasını dinlemek, herhalde bu dünyanın en has güzelliklerinden birisi olsa gerek…
Bu yazıyı bitirirken kurulacak son cümle, Cenk Erdem’in Cazkolik’te yaptığı söyleşideki Garbarek’in şu sözleriyle tamamlanmalı diye düşünüyorum: “Güzellik görenin gözündedir. Müziğin doğası da bu, dinleyenin kişiliğe de bağlı. O sizin yalnız kalabilme kapasiteniz. Zaten müziklere gücünü veren de bu.”