1960 darbesini gerçekleştiren cuntacıların 59 yıl önce işledikleri cinayetlerin yıldönümünde, Yassıada’da “Demokrasi ve Özgürlük Adası” geçtiğimiz Çarşamba günü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından törenle açıldı.
Bu açılış, bir insanlık suçu olan darbelerin bu ülkede bir daha olmaması açısından son derece anlamlı. İnsanın eşrefi-mahlukat olduğuna inanan herkesin, aynı demokratik hassasiyeti paylaşması insani bir vecibedir.
Ancak “Demokrasi Adası”nın açılışı vesilesiyle basında çıkan bazı yazıları görünce, doğrusu biraz endişeye kapıldığımı belirtmem gerekiyor. Maalesef yazılardaki dil demokrasiyi değil, sanki darbecileri kutsayan bir ruh halini yansıtıyor.
Mesela “60 yıl önce Türkiye’yi durduranların bugün, üçüncü kez durdurmak istemesi” benzeri yaklaşımlar tam da bu ruh halinin en bariz göstergesidir. Doğal olarak darbe tehlikesi ordudan geleceğine göre, TSK içinde hala böyle bir tehlike var demektir. Aslında bu anlayışı dillendirenler, bazı süslü cümlelerin arkasına saklanarak açıkça 18 yıldır ülkeyi yöneten siyasal iktidarı suçlamaktadırlar. Bir bakıma yandaş kalemler AK Parti iktidarını suçluyorlar yani... Öyle ya, eğer hala darbe tehlikesi ortadan kaldırılamadıysa, aydan birileri gelip bu darbeyi önleyemeyeceğine göre demek ki iktidar görevini yapmıyor demektir.
Ama hayır, bu “yeni muhafazakar-ulusalcı” tayfanın derdi başka... Bunlar kendilerini “vatanın has evlatları”, farklı düşünenleri de Türkiye’yi durdurma planları yapan dış güçlerin ajanı olarak gördükleri için, bir bakıma kendilerini hayali darbe senaryoları üretme memuru olarak görüyorlar.
Yeni dönemde ulusalcı damarı güçlenen muhafazakarlar öylesine bir savrulma yaşıyor ki, memlekette olup biten her şeyi “hainler-vatanseverler” parantezi içine hapsederek gözlerini gerçeklere bilerek kapatmayı tercih ediyorlar. Düşünün ki 15 Temmuz gibi bir ihaneti yaşadık, ama ne hikmetse bu ulusalcı fantezileri üreten muhafazakarlar, “Kim bu örgütü devlette besleyip büyüttü, orduda FETÖ’cü oldukları bilinen generalleri bile bile kim terfi ettirdi?” sorusunu sorma faziletini bile gösteremiyorlar.
Düşünün ki ister 1960, ister 1980 darbelerine, isterse 28 Şubat postmodern darbesine ve de 15 Temmuz darbe girişimine fiilen iştirak etmiş herkesin bu ülkeye ihanetleri tescillenmiş olmasına rağmen, “Demokrasi Adası”nın açılışında 1960 darbesinin sözcüsü olan Türkeş teşekkürle taltif ediliyor ama bizim muhafazakar ulusalcılar alkışlamaya devam ediyor. Herhalde rahmetli Menderes’in kemikleri sızlamıştır. Hani darbecilere karşı dik durmak önemliydi... Yoksa bu memlekette makbul darbeciler var da bizim mi haberimiz yok?
Demokrasi Adası’nın açılışında kimlerin neyi alkışladığını anlamak için geçtiğimiz hafta Yıldıray Oğur’un da köşesinde verdiği Türkeş’in ibret vesikası niteliği taşıyan şu ifadelerini yeniden okumakta yarar var. Türkeş, cuntanın Başbakanlık müsteşarı iken 17 Temmuz 1960’da Cumhuriyet gazetesinden Cevat Fehmi Başkut’a verdiği röportajda şöyle diyor: “Son zamanlarda Anadolu’yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?...
Türkçecilik bu millete Atatürk’ün en büyük en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı Arapça okutmakla buna ihanete başladılar...Türk camiinde Türkçe Kuran okunur, Arapça değil.”
İsterseniz, darbe senaryolarını çok seven şu bizim muhafazakar ulusalcıların anlayacağı basitlikte bir cümle kuralım; bu ülkede seçilmiş iktidarlara karşı darbe yapan askerler darbecidir ve de demokrasiye ihanet içindedirler. Umarım anlatabilmişimdir...
Şimdi sormak gerekiyor; peki kim bu Büyük Türkiye idealini sabote edenler?
Sayıları az olmakla birlikte sesleri herkesten çok çıkan ulusalcı muhafazakarlar duymak istemese de, Büyük Türkiye idealini sabote edenleri açıkça anlatmakta yarar var.
Kim ki bu ülkede herkesin kendisini güvende hissedebileceği bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşmasına engel oluyorsa, şeffaf, hesap verebilir bir iktidar oluşturamıyorsa o “büyük ülke” istemiyor demektir.
Kim ki liyakate, bilime kaliteye ve akademik özgürlüğe inanmıyorsa, o “büyük ülke” istemiyor demektir.
Kim ki ifade özgürlüğünün önüne dikenli teller örüyorsa, basın özgürlüğünü yok sayarak düşünenleri hapishanelerle ödüllendiriyorsa(!), o “büyük ülke” istemiyor demektir.
Kim ki ayrımcı ve ötekileştirici söylemlerle toplumsal barışı ve kardeşliği zehirliyorsa, o “büyük ülke” istemiyor demektir.
Kim ki farklılıkları zenginlik olarak değil, gerilim aracı olarak görüyorsa, o “büyük ülke” istemiyor demektir.