Bu saatten sonra Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasıyla ilgili söz söylemenin ya da yazı yazmanın bir anlamı olmadığını biliyorum. Ama yine de insan, ülkenin yaşadığı bu çaresizlik halini hak etmediğini düşünerek hep bir umuda sarılmak istiyor.
Zira bugün geldiğimiz noktada Türkiye’nin gerçekten bir ‘AB hayali’nin olup olmadığından bile emin değiliz. Her ne kadar AK Parti 2002 yılında “Avrupa ile bütünleşmemize karşı çıkan çevrelerin, milli egemenlik, milli güvenlik, milli çıkar, milli ve yerel kültür konularındaki ideolojik yaklaşımları, Kopenhag Kriterlerinin hayata geçirilmesini geciktirmektedir” diyerek yola çıkmışsa da bugün aynı demokratik kriterlere inandığını söylemek ne yazık ki pek mümkün değil.
Kabul etmek gerekiyor ki Avrupa Birliği Türkiye için artık çok uzak bir hayal, hatta hayal bile değil, bir serap belki. Dolayısıyla haklı olarak neden böyle bir yazıya gerek duyduğum sorgulanabilir, evet çok da gerekli bir yazı değil.
Açıkçası, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Macaristan dönüşü gazetecilerin sorularını cevaplandırırken AB’ye gönderdiği mesajın beni yazı konusunda kışkırttığını itiraf etmem gerekiyor. Erdoğan’ın sözleri aynen şöyle: “Avrupa Birliği’ne katılmaya birçok üye ülkeden daha hazır durumda bulunan Türkiye’nin, yıllardır siyasi engellemeler nedeniyle kapıda bekletilmesi yanlıştır. Türkiye’nin gerek stratejik gerek ekonomik potansiyeli Avrupa Birliği’ne tam üyeliği çoktan elde etmiş olmasını gerektirirken, yıllardır çeşitli bahanelerle oyalandık.”
Acaba Türkiye cumhurbaşkanının ifade ettiği gibi gerçekten AB’ye katılmak için hazır durumda mı?
On yıl önce böyle bir soruyla karşılaşsaydık, önemli ölçüde hazır olduğumuzu söylemek mümkündü. Zira Türkiye o gün, AB’ye uyum çerçevesinde önemli hukuk reformları gerçekleştirmiş ve katılım yönünde ciddi adımlar atmıştı. Ne yazık ki bugün aynı şeyleri söylemek pek mümkün gözükmüyor.
Nitekim Türkiye özellikle 2013’e kadar hem hukuk alanında, hem de özgürlüklerin önünün açılması konusunda önemli mesafeler almış, kısacası bugünle karşılaştırıldığında ‘hukuk devleti’ anlamında saygın bir özelliğe sahipti.
Oysa bugün, özellikle yargı dahil bütün kurumların tek kişinin emrine tahsis edildiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemiyle birlikte artık ‘kuvvetler ayrılığı’nın ve denge-denetleme prensiplerinin fiilen ortadan kalktığı bir sisteme sahibiz.
Düşünün ki kuruluş felsefesinde ‘hukukun üstünlüğü’nü esas alan AK Parti iktidarının yönettiği bugünkü Türkiye’de adalete güven azalmış, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve özgürlükler konusunda uluslararası kriterlerin geri sıralarına düşmüştür.
Kabul edelim ki iç hukukunun bir parçası haline getirdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarına direnen bir Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer alabilmesi gerçekten çok hayale daha yakın bir taleptir.
Her ne kadar son dönemde, Türkiye’yi mesken tutan uluslararası suç örgütlerine karşı önemli bir mücadele veriliyor olsa da bu mafyatik yapıların nasıl bu kadar rahat hareket edebildiği, hatta vatandaşlık alabildiği hukuken henüz izah edilebilmiş değil.
Eğri oturup doğru konuşalım, dünyadaki hiçbir hukuk devletinde halkın özgür iradesiyle seçilmiş belediye başkanlarının mahkeme kararı olmadan, bakanlık emriyle görevden alınıp yelerine kayyım atanması mümkün değildir.
Malum 14 Mayıs seçimlerinde TİP’ten milletvekili seçilen Can Atalay, Gezi davasında aldığı ceza yüzünden hala cezaevinde bulunuyor. Anayasa Mahkemesi Atalay konusunda ‘hak ihlali’ kararı verdi, ancak alt mahkeme ve Yargıtay Anayasa’yı ihlal ederek AYM’nin kararına başkaldırdı. Şimdi AYM ikinci kez ‘hak ihlali’ kadarı verdi, alt mahkeme bu kez karara uyacak mı bekleyip göreceğiz..
İşte “AB’ye en hazır ülke”nin hukuk sisteminin, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve net fotoğrafı…
Hal böyleyken Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girebileceğini düşünmek eğer sadece bir hayalden ibaretse, çok da fazla dert etmeye gerek yok, nasıl olsa hayal kurmak parayla değil… Ama sahiden girmek isteniyorsa, bu hukuk sistemiyle dünyanın sonu gelse girmenin asla mümkün olmayacağını da bilmek gerekiyor.
Hiç lafı dolandırmadan açıkça belirtelim, hukukun, adaletin, özgürlüklerin, şeffaflığın, liyakatin olmadığı, büyük kitlelerin hamaset ve şanlı tarih masallarıyla yönlendirildiği bir ülkenin gideceği yer asla demokratik dünya olmayacaktır.
Zaten bize yakışan da bizimle aynı antidemokratik özelliklere sahip dünyaya yönelmektir. Ne yapalım, demokratik dünyaya gidemezsek, biz de Moskova’ya gideriz…